27 Ekim 2011 Perşembe

60

'Haydi' dedi.. 'Atla!'

O an başka bir yerlerdeydi kafam belli ki.. Belki de ona bakıyor ve ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum.. Ne dediğini pek anlamış sayılmazdım.. Güçlükle de olsa 'Nereye?' demeyi akıl edebildim.. 'Söylediklerimi sorgulamanı gerektirecek bir şey mi yaptım?' diye sordu.. Hazırlanmadığım, hatta aşina da olmadığım bir tipte gelmişti soru.. Aslında cevap bekleyen bir soru değildi, sorarkenki tavrından anlamıştım, yine de kendimi cevap vermek zorunda hissediyordum.. Düşündüm.. Haklıydı.. Çekinilecek bir davranışını sezmemiştim.. Biraz garip giyiniyor, biraz garip konuşuyordu.. Ama kötülük beklenebilecek biri değildi, bundan emindim.. Giyim tarzı, bakımlı, tertipli hâli ve asaletiyle bizim çağımızdan olmadığını ilan ediyor ama aynı zamanda sadece 20'lerinde gösteriyordu.. 40'lı yılların bir yerlerinde doğup 60'lı yılların bir yerlerinde yaş almayı bırakmış gibiydi.. Karakteri ise göründüğü yaştan çok daha yukarıdaydı.. Sokağa değmemiş fasih bir İngilizce'yle ifade ediyordu kendini.. Ben bütün bunları kafamdan geçirirken, o çoktan atlamış, arabayı da çalıştırmıştı.. Cevap vermekten vazgeçtim, boyun eğip atladım arabaya..

Tam yılını hatırlamıyorum, doğrusu bilmiyordum da zaten, ama 60'lı yıllardan bir arabaydı bu.. Kocaman bir arabaydı.. Geniş bir gövdesi vardı, arabadan çok bir kayığa benziyordu.. Lastiklerini çıkarıp suya bıraksak belki de yüzerdi.. Göz alıcı bir kırmızı tonundaydı, kuyruğunda beyazları vardı.. Çok güzel bir arabaydı..  Yekpare jantları vardı.. Üstü açıktı..

Arabayı kullanışındaki zarafeti hâlâ unutamıyorum.. O, yola bakarken, ben de ona bakıyordum.. Olağanüstü bir güzelliğe sahipti.. Bir ara, pedalların üstünde olan bitenden habersiz olan düzgün, beyaz bacaklarını süzdüm.. Fark etti gözlerimi, hınzırca kikirdedi.. Sanki ona bakmıyorlarmış gibi yapıp yola kaçtı gözlerim.. Issız bir yola çıkardı ikimizi.. Uzun, dümdüz bir yoldu.. Hayatımda hiç bu kadar virajsız yol görmemiştim.. Sonsuza dek dümdüz uzuyor gibiydi.. Çok geniş sayılmazdı ama zaten boştu, kimsecikler yoktu etrafta.. Yolun iki tarafında upuzun kavaklar vardı.. Büyük, yeşil yaprakları üzerindeydi hepsinin.. Demek ki henüz sonbahar etkisi yoktu ortalıkta.. Arabanın açık tavanından cesaret alıp yüzümüze vuran rüzgarın bizi üşütmemesinden de anlaşılıyordu bu.. Gittikçe hızlandık.. Hayatımda tanıdığım hiçbir genç kadın bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Yeşil yaprakları seçmek zorlaşmıştı artık.. Hızlandıkça, kavaklar; altı griye, üstü yeşile boyalı duvarlar gibi görünüyordu.. Rüzgar gittikçe daha sert çarpıyordu yüzüme.. Hayatımda tanıdığım, herhangi bir yaştan, hiçbir kadın bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Gözlerimi yoldan alıp tekrar ona çevirdim.. Çok dikkatliydi, gözünü bile kırpmıyordu.. Benim nefes almamı bile zorlaştıran rüzgar ona hiç dokunmuyor gibiydi.. Sanki ben üstü açık arabada otururken onun oturduğu yer kapalıydı.. Saçları savrulmuyordu.. Biçimli, beyaz kollarına baktım, bu kadar süratli giden bir arabaya hakim olup olamayacağını düşünmeye başladım.. Hızlandık, hızlandık, hızlandık.. Arabanın üstünden giren rüzgar yönünü şaşırıp arabanın altına girse havalanırdık.. Hayatımda tanıdığım hiçbir insan bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Hızı severdim, hızdan korkmazdım ama bu kadarını kaldıramamaya başlıyordum sanki.. Birden yeşil ve gri renkler tümden birbirine karıştı.. Zaten gözlerimi de açık tutamıyordum rüzgardan.. Nefes almak mümkün değildi.. Uçtuğumuzu anladım o anda.. 'Umarım ne yaptığının farkındadır' diye geçti içimden.. Ben gözlerimi kapadım, ciddi ciddi uçtuk..

Nereye indiğimizi anlamam mümkün değildi.. Hiç görmediğim bir yerlerdeydik.. Sorduğum ilk soruya verdiği akıllıca cevapla sorgulamayı bıraktırmıştı bana.. Soramıyordum.. Sakin bir biçimde ilerliyorduk artık, acelesizdik.. Etrafı görmemi istiyordu belli ki.. Kavaklı yol geride kalmıştı.. Etrafımızda eski evler vardı.. Artık insanlar da görüyorduk.. Eski usullerde giyinmiş insanlar vardı.. Diğer bütün arabalar bizim arabamıza benziyorlardı.. Hepsi çok güzeldi; evler, insanlar, giysiler, arabalar, caddeler... Ben hayran hayran etrafı seyrederken durdu araba.. İndik.. 'Bir şeyler içelim.' dedi.. Kayıtsız, şartsız onundum, o ne derse oydu.. Bir bara girdik.. Caddelerdeki güzellik barın içinde de devam ediyordu.. Güzel ve iki dirhem, bir çekirdek insanlar, güzel eşyalar.. Görsel güzellik kulaklara da ulaşmıştı müziklerle.. 60'ların müzikleri çalıyordu boyuna.. Sinatra, Dean Martin, Beatles, Kral... Ve 60'ları 60'lar yapan niceleri..

Benim dilimin kilitlendiğini anlayınca sessizliği kendisi bozmaya karar verdi.. 'Şarkıların sözlerini anlayabiliyor musun?' dedi.. Anlayabiliyordum.. İngilizce anlamakta bir sorun yaşamadığım gibi, bunlar zaten her zaman dinlediğim, alıştığım şarkılardı.. 'Beğendin mi peki?' diye devam etti.. Beğendim.. Delicesine beğendim.. Hep olmak istediğim yerdeydim.. Artık soru sorabileceğimi tahmin ederek konuşmayı yönlendirme görevini devraldım.. 'Niye geldiğimizi merak ediyorum sadece.' dedim.. Yine ustaca bir karşılık geldi: 'Her zaman kendini evime davet ettirmeye çalışmıyor muydun?' Neyi kastettiğini anlamış ve utancın bıraktığı bir yanma hissetmiştim yanaklarımda.. Etrafta ayna falan yoktu ama yüzümün kızardığını anlamam için aynaya gerek duymuyordum o anda.. Utanmamdan tuhaf bir zevk almıştı ama uzatmak da istemiyordu.. Anlatmaya başladı:

'Evimi göstermek istedim sana.. Ait olduğum ve senin de her zaman içinde olmak istediğin zamanları.. Takılı kaldığım, hiçbir zaman bırakamadığım zamanları.. Estetiğin çağı.. İnsanların daha zevkli, daha şık olduğu, binalarını daha güzel inşa ettikleri, şehirlerini daha güzel kurdukları, daha güzel arabalara bindikleri, daha güzel müzikler dinledikleri, birbirlerini daha çok sevdikleri çağ..'

Bir an durakladığında nezaketi elden bırakmamaya özen göstererek lafa karıştım.. Bütün çağları yargılayacak durumda değildim.. En erken 90'ların başından itibaren görüntüler vardı belleğimde.. Ama içinde bulunduğum çağdan zevk almadığım da doğruydu.. Estetiğin, mimarînin, güzelliğin gittikçe önemsiz olduğu bir çağda yaşıyordum.. Güzellik, şıklık; paraya, fiyata, gelire, satın alma gücüne kurban ediliyordu.. Her şeyin güzeli değil, her şeyin ucuzu prim yapıyordu.. Artık, sahip olduklarının güzelliği değil, onları ne kadar ucuza alabildiğin konusu muhabbetlere ev sahipliği yapıyordu.. İnsanlar, güzel oldukları gerekçesiyle eski arabaların koleksiyonunlarını, eski yapıların maketlerini yapmaya başlamışlardı.. Çünkü bir yerden sonra güzel arabalar, güzel binalar yapmaktan vazgeçmişti insanlık.. Daha ucuzunu yapmaya uğraşıyordu artık herkes.. Yine de günümüzün arabaları, geleceğin koleksiyon parçaları olacaktı.. Günümüzün binaları da maket halinde satılacaktı.. Çünkü gittikçe çirkinleşiyordu arabalar ve binalar.. Güzellikten vazgeçmişti insanlık.. 'Tam olarak ne zaman oldu bu?' dedim.. 'İnsanlık ne zaman bıraktı estetiği?'

'Tam zamanını fark edemedim, yine de bir yerden itibaren vazgeçtikleri doğru' karşılığı geldi.. 'Öyle bir an geldi ki güzelliğin yerini maliyet takıntısı aldı.. İnsanlar ucuza üretmeyi saplantı haline getirdiler.. Ucuza üretelim, ucuza alalım, ucuza yapalım, çabuk çöpe atıp yenisini alalım mantığı hakim oldu her yere.. Güzellik bir kenara kondu.. Bütün bunlar; eşyalara, şehirlere, evlere, şarkılara kadar sirayet etti.. En son payı da insanlar kendileri aldılar.. En çok da onlar ucuzladılar, ucuzladıkça çirkinleştiler.. Sevmek yerine tüketmeye başladılar.. Arabalarını, eşyalarını, evlerini seven insanlar kayboldu ortalıktan.. Tüketmeye başladılar sahip oldukları her şeyi.. Tabii ki sevdikleri insanlar da etkilendi bu gidişattan.. İnsanlar birbirlerini sevmeyi de unuttular.. Birbirlerini de tüketmeye başladılar.. Şarkılar gittikçe çirkinleşti.. Onlar da birkaç kez dinlendikten sonra sıkılınan nesneler oldular.. Güzel şarkıları yapanlar birer birer çekilmek zorunda kaldılar sahneden.. Bütün meydanlar tüketenlere kaldı..'

Uzun zamandır dinlemeye ihtiyaç duyduğum bir tirada şahit olmuştum.. Hiç ayrılmak istemiyordum buradan.. Doğduğum çağ ne olursa olsun, benim ait olduğum, daha önemlisi, ait hissettiğim çağ buydu.. Estetiğin önemli olduğu çağ.. Güzelliğin ucuzluğa kurban olmadığı çağ..

Elimdeki kadehe baktım.. Ne kadar içersem içeyim azalmıyordu.. 'İçkiler bile tükenmiyormuş!' dedim.. Bunu aslında içimden söylemek istemiştim ama isteğimden farklı olarak ağzımdan dökülmüştü sözler.. 'Sen ne zaman istersen o zaman biter bardağın' dedi.. Yine o bilge tavrı vardı üstünde.. Birden müziğin sesi yükseldi.. Hayır, müziğin sesi yükselmemişti.. Dışarıda bir yerlerden, daha yüksek sesle, yine 60'lara ait bir melodi geliyordu.. O müzik, bardaki müziğin sesini bastırıyordu.. Müziğin kaynağını merak ettim ama o kaynağa gitmemek için direndim önce.. Bulunduğum ortama bayılmıştım, oradan ayrılmak istemiyordum.. Sonra büyülenmiş gibi kalktım, dışarı doğru yürüdüm..

Barın dışındaki verandaya bırakılmış bir cep telefonu buldum.. Bu çağa ait değildi kesinlikle, geldiğim çağın bir parçasıydı, o çağın en tahammül edilemez ayrıntılarından biriydi.. Müzik sesi ondan geliyordu.. Üzerinde kocaman bir puntoyla "7:00" yazıyordu.. Uyandım.. Fiziken uyanmasam da duruma uyandım.. Üzüldüm.. Masalın sonu gelmişti.. Masalın sonunu falan istemiyordum.. Geri dönüp bardağımı bitirmek istiyordum.. Hani ben ne zaman istersem o zaman biterdi? Ben bitsin istememiştim.. Dahası, bitirmemiştim.. Dışarı baktım son bir umutla.. Bir inşaat yükseliyordu, maliyet kaygısıyla yükselen çok çirkin bir bina daha dikiyorlardı..

Mecburen hazırlandım, dışarı çıktım.. Evler çirkindi, şehir çirkindi, arabalar çirkindi, eşyalar çirkindi, giysiler çirkindi, müzikler çirkindi.. Hepsinin içinde en kötüsü; insanlar çirkindi..

16 Ekim 2011 Pazar

Kış

Kış; en çok haksızlığa uğrayan mevsimdir..

En sevdiği mevsimin kış olduğunu söyleyen birilerini göremezsiniz pek.. İnsanların geneli ilkbaharı, yazı, olsa olsa sonbaharı severler.. Kışı seven olmaz pek.. Kış; mümkünse oldukça geç gelmesi, geldiği zaman da bir an önce gitmesi arzu edilen mevsimdir.. Sonbaharın bile bir nebze tahammül edilebilirliği vardır insanların gözünde, özellikle de pastırma yazını getirdiği zaman yanında..

Ama kışa şans tanımaz insanlar pek.. Kış insanlara ne yapsa yaranamaz.. Yağmur, kar olup yağdığı zaman felaketi olur insanların.. Yağmadığı zaman ayaz derler, 'yağsa yumuşar aslında' derler.. Yağdığı zamanı da yağmadığı zamanı da felaket haline getiren, insanların ta kendisidir aslında.. Kış kendi yolunda, kendi bildiği şekilde yürümektedir sadece.. Şehirleri daracık yolların üzerine kuranlar insanlardır mesela, sonra adım atmaları imkansız hale geldiğinde 'kış şartları' derler, kabak kışın başına patlar.. Dışarıda yağan yağmura, kara rağmen kendi yarattığı, paraya tapan tarz-ı hayat yüzünden dışarı çıkıp işlerinin peşinde koşmak zorunda kalan da insandır.. 'Benim, insanın yaşam şartları için pek de elverişli olmayan bu havada, dışarıda ne işim var' diye sormak yerine, havanın neden bu kadar soğuk olduğunu sorarlar.. Dışarısı büsbütün kış olduğunda evinde oturup keyif yapamamanın verdiği sıkıntıyı insan kendine doğurur aslında, kış kimseye keyifsizlik buyurmaz.. İnsan; kışın da, yazın olduğu gibi, kendi keyfini kendi elleriyle baltalar.. İnsanın kendine ve diğer insanlara çektirdiği zulmü, sıkıntıyı, keyifsizliği; değil mevsimler, afetler bile çektiremez insana.. İnsan karakteri, kendini daima bir günah keçisi aramaya şartlandırmıştır ve kışın, mevsimden daha iyi bir günah keçisi bulunamaz mevcut insan mantığında.. Kapkaranlık bir havada, sabahın köründe uyanmanın sebebi, insanın kendi kaygılarıdır.. Yine de suç eninde sonunda kışın üstüne kalır..

Ama yumuşak başlıdır kış, sesini çıkarmaz yapılan haksızlığa.. Sesini çıkarmak bir yana, keşfetmesini bilen için yazdan aşağı kalmaz ikisinin verdikleri keyifler kıyaslandığında.. Sıcak, bol tarçınlı bir salebin kışın kazandığı değer, diğer her içeceğin, her mevsimdeki değerinden çok daha fazladır.. Güneş altındaki bir odada haşat olmuş bir insanın kendini dışarıya atması onu çok rahatlatmaz yazın ama ayazı görmüş vücudun ateş başına geçmesi büyük bir hazdır.. En güzel manzara, beyazlar altındaki ormanlardır insanların çoğu için.. İnsanların, en çirkinini kurmak için birbiriyle yarıştığı şehirler bile kar altında güzeldirler.. Zevksizliğin örtüsüdür kış; gerekirse karla, kara ihtiyaç olmazsa bulutlarla, pusla.. İnsanlar aşkın mevsimi olarak ilkbaharı ilan etmişlerdir ama insanların başka insanlara en çok ihtiyaç duydukları ve birbirlerine en çok yaklaştıkları mevsim kıştır.. İnsanların, sevgililerini ısıttıkları mevsim, kıştır.. Boş sokaklarda yürümenin en çok keyif verdiği mevsim, kıştır.. Zaten yazın boş sokak bulabilmek nasip olmaz herkese.. İnsanın yaşadığını en çok hissettiği mevsim, kıştır.. Yaz gibi uyuşturmaz insanı, her an dinç tutar.. Soğuk çarpar insanın yüzüne, her çarpan dalgada nefesini göğsünde hissedersin, yaşadığına inanasın gelir..

Kış, diğer mevsimlerin yanında yalnızdır, dışlanmıştır.. Diğer mevsimler kadar çok hayranı yoktur.. Ama mağrurdur.. Huyunun soğukluğu, havasının soğukluğundan fazladır.. Çünkü kış; en çok haksızlığa uğrayan mevsimdir..