23 Eylül 2014 Salı

Ceketsiz çıkılan seyahat (Final - Bangkok)

Siem Reap'ten Bangkok'a otobüs bileti aldık. Bu şehirler arası ulaşım işleri Güney Asya'da o kadar karmaşık ki aldığınız otobüs bileti asla tek bir otobüs bileti olmuyor. Siem Reap'ten Bangkok'a giderken de aynı şey oldu. Gelip otelden bizi bir tuk tuk aldı, o tuk tukla otobüsün kalktığı yere gittik, yolda otobüsümüz bozulunca sınıra kadar başka bir otobüse bindik, sınırı yürüyerek geçtikten sonra üstü açık bir kamyonetle minibüsümüzün kalkacağı yere götürüldük ve nihayet Bangkok'a kadar gidecek olan minibüsümüze bindik. Otobüsteki diğer turistler otobüsün aslında bozulmadığını, şoförün sınırın çalışma saatini beklemek için böyle bir numara yaptığını söylediler. Olmayacak şey değil...



Normalde çok daha kısa sürebilecek, biraz çileli ama bolca manzaralı bir kara yolculuğunun ardından Bangkok'a ikinci kez ve bu sefer dört gün kalmak için ayak bastık. Şansımıza minibüslerin yolcu bırakma yeri Bangkok'un meşhur Khao San (Kasan) bölgesiymiş. Bizim otelimizin bulunduğu bölge yani... Odamıza yerleştikten sonra direkt kendimizi yollara vurduk. Koca Bangkok'ta daha ilk saatlerimiz ve açıkçası hiç de planımız yok. Serseri mayın gibi dolanıyoruz ortalıkta. Derken karşımıza bir adam çıktı. Kimsiniz, necisiniz falan dedikten sonra oradaki tuk tukçulardan bir harita istedi. Harita üzerinde bir yerler gösterip oralara gitmemizi söyledi ve ağzındaki baklayı çıkardı; "sonra da şuraya gidin ve mutlaka alışveriş yapın, gerçekten çok iyi fiyat verirler!" Tuk tukçulardan birini çağırdı, "bu arkadaş sizi 30 Baht'a (2 TL) götürsün oraya" dedi. Sonra da ekledi: "300 değil, 30 Baht!" Böyle bir ekleme yapma ihtiyacı hissetti çünkü gerçekten de 30 Baht hiçbir tuk tukçunun öldüm desen kabul etmeyeceği bir miktar. İşin aslına tuk tukçuya alışveriş yapmak istemediğimizi söylediğimizde uyandık. Adam bize "gidin mağazada 10 dakika takılın, ben de mazot kuponumu alayım" dedi. Baştan söylesene! Meğer Bangkok'ta bu tarz yerlerin adamları şehrin turistik bölgelerinde dolaşıp bizim gibi amaçsız gezen turistleri avlıyormuş. Sonra tuk tukçuya "hadi bunları 30 Baht'a gezdir" deyip o mağazalara yolluyormuş. Mağaza da karşılığında tuk tukçuya mazot kuponu veriyormuş... Bu ayrıntıları da şehrin resmi turist bürolarından birinde aldık. Bu bürolarda gerçekten çok yardımcı oluyorlar, büfelerde parayla satılan şehir haritalarını ücretsiz dağıtıyorlar, nereleri gezmeniz gerektiği konusunda tavsiyeler veriyorlar ve nelere dikkat etmeniz gerektiğini anlatıyorlar. Mesela anlattığım tarzda adamlara... Ve diyorlar ki "sakın ola turist büroları haricinde verilen bilgilere inanmayın!"

Ne dediğini ertesi gün daha iyi anladık. Bangkok'un en görülesi yerlerinden biri olan Kraliyet Sarayı ve Tapınağı'na girmek üzereyken bir adam önümüzü kesti, "bugün sabahtan ayin var, saray ve tapınak öğleden sonraya kadar turistlere kapalı, gidin önce nehir turu yapın, saraya öğleden sonra gelin!" diye uzun uzun anlattı. Tabii ki biz bunun nehir turu lobisinin bir oyunu olduğunu daha adam sözünü bitirmeden anladık. Zira turist bürosu da böyle şeyler yapıldığına dair bizi uyarmıştı. 

Şimdi... Bu kadar uyarı yeter. Bu tarz üçkağıtçılar Bangkok'un cezbediciliğine gölge düşürmemeli. Bangkok'un nasıl bir şehir olduğuna gelelim. Her şeyden önce Bangkok'u, Avrupa'nın açık hava müzesi niteliğindeki tarihi şehirleriyle karşılaştırmamak lazım. Bangkok tarihi bir şehir değil. Size büyüleyici tarihi eserler sunmak gibi bir iddiası yok. Onun yerine Avrupa'da kolay kolay bulamadığınız hareket, gençlik, güler yüzlü insanlar, cıvıl cıvıl çarşılar, şahane yemekler var. Bangkok'un iddialı olduğu alan bu. İddiası güçlü mü? Oldukça... Ama illa ki birkaç simgeleşmiş yer adı vermek gerekirse:

Kraliyet Sarayı ve Tapınağı (Grand Palace ve Wat Phra Kaew, Taylandlılar için en kutsal tapınak)
Wat Pho (En büyük tapınaklardan biri ve 46 metrelik "Uzanmış Buddha" heykeli)
Wat Arun (Aşağıdaki resim buraya ait)
Chatuchak Hafta Sonu Pazarı (Evet, sadece hafta sonu açık)


Bu yerleri görmek dışında yapmanız gerekenler de oldukça fazla tabii ki:
-Mesela pek çok turiste önerildiği gibi Bangkok'un meşhur çatı barlarından birine çıkıp bir şeyler içip aşağıdaki ışıl ışıl Bangkok'u seyredebilirsiniz. Yalnız bu tarz yerler Bangkok'un diğer mekanlarından fiyat olarak epey ayrılıyor, giderken yanınıza bolca Baht almayı unutmayın...
-Bunun haricinde Bangkok da son yıllarda bütün gelişen ekonomilerin kaderi olan betonlaşma ve avm'leşmeden nasibini iyi aldığı için bu tarz yerleri gezmek isteyebilirsiniz. Bir kere o iklimde klimalı bir alana girmek zaten resmen çölde vaha bulmakla eş değer. Böyle bir şey yapmak isterseniz benim önerim Siam Center adındaki devasa avm. Gittikçe zenginleşen Thai orta sınıfını çılgınca para harcarken seyretmek aslında zevkli bir turist aktivitesi.
-Ondan sonra mesela bir Bangkokluyla buluşun. Biz de Couchsurfing'den tanıştığımız Bangkok beyaz yakalısı bacımız Thip'le buluştuk. Onun sayesinde turistik Bangkok'un dışına çıkıp birkaç saatliğine gerçek bir Bangkoklu gibi yaşadık, gerçek Bangkok'un sokaklarında yürüdük. Tek kişilik motosiklet taksiye bindik mesela. Ve tabii ki Bangkok'ta yediğimiz en güzel yemeği de onun sayesinde, hiç turistik olmayan bir yerde(oradaki tek turist bizdik) yedik.
-Ve tabii ki nehir turu da yapın... Ama nehir turu lobisine kanmayın. Nasıl ki İstanbul'da İstanbul halkı gündelik yaşamın bir parçası olarak vapura binip Boğaz turunun kralını "Boğaz Turu" adındaki şaklabanlıkların onda biri fiyatına yapıyorsa, orada da yerli halkla birlikte toplu taşıma amaçlı kullanılan teknelerden biriyle nehir turunu sadece 1 TL'ye yapabilirsiniz. Bu toplu taşıma teknelerinin daha turistik olanları da 2.5 TL gibi bir fiyata götürüyor sizi, o da güzel. Özel turlar yapan ufak kayıklardan aman ha uzak durun. Hangi teknenin ne olduğunu ve hangi hatta gittiğini de teknenin arkasındaki bayrağın renginden anlıyorsunuz. Turuncu bayrak, haritada turuncuyla gösterilen hatta ilerliyor mesela.

Herkesin tabii ki kendine göre zevkleri ve bu zevklerin etrafında şekillenen seyahat anlayışı vardır. Benim seyahat anlayışım; gittiğim yerde bol bol yerli halkın arasına karışmak ve turistlere yönelik zırvalardan uzak durmaktır, haritayı kapatıp rastgele girilen sokaklarda kaybolmaktır, çileli ama manzaralı yolculuklar yapmaktır. Bu seride yazdığım beş yazıyı okuduktan sonra anlıyorum ki Tayland-Kamboçya maceramız da tam benim istediğim ve beklediğim gibi bir seyahat olmuş. Toplamda 18 gün sürdü. Bence oldukça yeterliydi. Tekrar gider miyim? Dünyada görülecek o kadar çok yer var ki, aynı yere geri döner miyim emin değilim. Ama karşıma bir fırsatı çıksa kesinlikle koşa koşa giderim. Herkese de aynısını yapmayı içtenlikle tavsiye ederim.

*Fotoğraflar bana aittir.

Ceketsiz çıkılan seyahat (Bölüm 4 - Siem Reap)



Kamboçya sınırından Siem Reap'e geldiğimiz daha ilk dakika, Kamboçya turizminin genel seyriyle ilgili çok bariz bir ipucu bizi bekliyordu: Kamboçya'da her şey turistler, daha doğrusu turistleri kazıklamak için...

Taksici, önceden rezervasyon yaptırdığımız otelin adresini kendisine gösterdiğimiz halde, bizi otel yerine bir grup tuk tukçunun hazır beklediği bir alana götürdü. Bizi bir kenara, taksi ücretini paylaştığımız Amerikalı çifti bir kenara çektiler. Otelimiz olup olmadığını soruyorlar, eğer yoksa anlaşmalı oldukları otele götürüp paylarını alacaklar. O Amerikalı çifte ne olduğu muamma... Çünkü Siem Reap yolundayken bize otelleri olmadığını söylemişlerdi. Bizse sonradan çok isabetli olduğunun farkına vardığımız bir kararla gitmeden önce rezervasyon yaptırmıştık. Böyle olunca bize otel bulma konusunda baskı yapma şansları kalmadı. Yine de ücretsiz olarak bizi otele bırakmayı teklif ettiler. Ücretsiz olması iyiydi de, bakalım altından ne çıkacak diye beklemeye başladık. Etrafımızı saran tuk tukçulardan biri eşyalarımızı taksinin bagajından alıp bir tuk tuka koydu. Tuk tukçu yerine geçti, tuk tukun bir tarafındaki koltuğa biz yerleştik, karşımızdaki koltuğa da rehber olduğunu iddia eden bir adam oturdu. Bizi taksiden indirdikleri alandan otelimize kadar bize Angkor Wat turu satmaya çalıştılar. Tuk tukun günlüğü 15 dolarmış, rehberin günlüğü 20 dolarmış... 35 dolar size uygun gelmiş olabilir ama Kamboçya için çok büyük para. Zaten mesele sadece para da değil... 60 saattir yoldayız, açız, susuzuz, uykusuzuz, geldiğimiz yer hakkında henüz hiçbir fikrimiz yok. Yani o anda karar vermek istemiyoruz. Biz "kararı yarın sabah vereceğiz" dedikçe rehber olduğunu iddia eden arkadaş bize veriyor ısrarı, veriyor ısrarı... Nihayet otele vardık, adam aldı bizim bavulları otele giriyor. "Sen nereye?" dedim, resepsiyondan otel odanızı öğreneceğim, yarın sabah kararınızı öğrenmeye geleceğim diyor. Tepem fena attı. Tanımadığım adama hangi otelde, hangi odada kaldığımı söylemek istediğimi sanmıyorum. Dedim ki ben sana tuk tuk ücretini vereyim, sen beni rahat bırak, istemiyorum senden ücretsiz tuk tuk kıyağı, almayacağım senden Angkor Wat turu falan. Gelelim varan 2'ye... Tuk tuk için 5 dolar ödeyecekmişim. Kamboçya gibi yerde dünyanın parası, o paraya bütün gün karnını doyurursun biraz tasarruflu davranırsan. 2 dolar verip kendimizi otele attık... Neyse ki bütün Kamboçyalılar turist dolandırma sektörüyle iştigal etmiyorlar. Bu sektörün dışında kalan Kamboçyalılar aşırı kibar, misafirperver ve yardımsever insanlar.

Otele ilk yerleştiğimiz anki psikolojimizden geçen bölümde bahsetmiştim. Hemen ertesi sabahı anlatmaya geçiyorum o yüzden...

Karnımız tok, altımız kuru olunca ve uykumuzu da iyice alınca bize bir keşfetme gayreti geldi. Boşverelim tuk tukunu da rehberini de dedik ve otelin anlaştığı bir esnaftan bisiklet kiraladık. Üstelik burada da otel bir kıyak yaptı, arkasında herhangi bir sinsi beklenti olmadan, bisikletleri bize ücretsiz verdi. Yaptığımız çoğu plan gibi bisiklet kiralamak da harika bir plandı. Bir kere Siem Reap son derece düz bir şehir, bisikletle gezerken vites değiştirmeniz bile gerekmiyor. Ve de tuk tukun aksine üstü açık, etrafınızı seyretme imkanınız sınırsız! Siem Reap'e gidenlere kesinlikle öneririm, ancak havanın kimi zaman bayıltıcı derecede sıcak, kimi zaman da şakır şakır muson yağmurlu olduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var. Güneş kremi, bol bol içme suyu, geniş bir şapka ve duruma göre yağmurluk o coğrafyada sizin en yakın arkadaşlarınız.

Bisikletleri altımıza çeker çekmez rotamız tabii ki Angkor Arkeoloji Parkı. Kamboçya'nın en popüler turist noktası, dünyanın da en önemli kültür miraslarından biri. 400 kilometrekarelik yağmur ormanına yayılmış, geneli 10. ve 12. yüzyıllar arasında inşa edilmiş yüzlerce Budist tapınağı, şehir kapıları, saraylar, mezarlar, kütüphaneler... Tabii ki bu 400 kilometrekarenin tamamını gezmek mümkün değil. Parasını verebilenler için helikopter turları var ama tepeden görmek size sadece genel bir fikir verebilir, mutlaka o tapınakların içine girmeniz lazım. Bu tapınakların en büyüğü ve Angkor tanıtımlarında en ön planda olanı da Angkor Wat. Angkor Wat tek başına birkaç saatinizi alıyor. Biz parka 6-7 saat kadar ayırdık ve tabii ki görebildiğimiz şeyler çok sınırlı. Parkın günlük girişi 20 dolar, ancak 3 günlük ve haftalık bilet seçenekleri var ve haliyle günlük fiyat daha ucuza gelmiş oluyor. Peki, haftalık bilet almaya değecek bir yer mi? KESİNLİKLE! 6-7 saatlik gezi, orayı daha da çok merak etmemize yol açtı. Şimdi gitsem haftalık bilet alıp bir hafta gezerim. Bisikletin bize etrafımızı seyrede seyrede gezmemizde çok büyük fayda sağladığını da tekrar belirtsem yeridir. İsteyenler için Siem Reap içindeki acentelerde farklı konseptlerde turlar var. Örneğin benim ilgimi çeken bir tanesi, çok bilinen tapınaklara değil de ormanın içinde saklı kalmış tapınaklara yönelik olan bir turdu. Böyle turlara katılmak da iyi bir fikir olabilir ancak herhangi bir tura bağlı olmadan gezmenin tadı başka...


Ertesi günü Siem Reap'in içini dolaşarak geçirdik. Siem Reap, Kamboçya'nın talihsiz yakın tarihi yüzünden (ilginizi çekiyorsa 70'lerde başlayıp 80'ler boyunca devam eden Kızıl Khmer rejimini araştırabilirsiniz) büyük yıkıma uğramış bir şehir. Bu nedenle şu anda şehir merkezinde görülecek çok enteresan bir şey yok. Nehir üzerindeki köprüleri güzel, çarşıları kalabalık ve cıvıl cıvıl. Angkor'un hatrına çok sayıda turist ağırlayan bir şehir olduğu için şehir merkezi kafe, bar ve restoranlarla dolu ve bu mekanlar da turistlerle dolu. Yerli halkı bu mekanlarda müşteri pozisyonunda hiç görmüyorsunuz. Maalesef onlar ya bu mekanlarda çalışıyorlar ya da bu mekanların önünde kazıklamalık turist avına çıkıyorlar. Ancak tekrar edeyim, Kamboçyalıların hepsi dolandırıcı değil ve geneli çok kibar, yardımsever insanlar...

Siem Reap'ten sonra buraya gelişimizdeki yolu tersinden takip ederek, yine hemen hemen aynı çileleri çekerek dünyanın 2013 verilerine göre en çok turist alan şehri Bangkok'a gittik. Bangkok anlatıldığı kadar var diyerek sizi merakta bırakmayı umuyorum ve o macerayı bir sonraki yazıya bırakıyorum...

*Fotoğraflar bana aittir.

Ceketsiz çıkılan seyahat (Bölüm 3 - Kamboçya'ya doğru...)

Gümrük kapısındaki acentelerde vize 100 ABD Doları...
Taksi 48 dolar...
Angkor Arkeoloji Parkı'na giriş 20 dolar...

Bütün bunları okuduktan sonra gittiğimiz yerin Norveç, İsviçre veya Japonya olduğunu düşünebilirsiniz. Ama aslında orası Kamboçya, dünyanın maalesef en fakir ülkelerinden biri...

Kamboçya'yı anlatmadan önce buraya nasıl geldiğimizi anlatmam lazım, zira o hikaye de Kamboçya'nın kendisi kadar enteresan. Bütün bu enteresanlık, uçak seyahatlerini sevmememden kaynaklandı. Krabi veya Phuket'ten Kamboçya'ya uçmayı tercih edebilirdik. Fakat o zaman yemyeşil yağmur ormanlarının içinden geçemezdik, nehir kenarında küçük bir kulübede aralıksız yağan yağmurun altında uyuyamazdık, sabaha karşı 3'te Bangkok sokaklarını arşınlayamazdık, çeltik tarlalarında çalışan Taylandlı teyzelerle aynı camsız trene binemezdik. Evet, camsız tren...

Railay'den sonraki planımız Khao Sok Milli Parkı'na gitmek ve bu milli parkın içindeki baraj gölünün üstündeki yüzer kulübelerde bir gece kalmaktı. Milli parkı bulmakla ilgili bir sorunumuz olmadı. Çok güzel orman yollarının içinden geçerek milli parkın giriş kapısına ve etraftaki kulübe tipi otellere ulaştık. Ama planlarımız tutmadı. Çünkü göl, bizim tahmin ettiğimizin aksine, milli parkın 60 km. içindeydi, yani yürüyerek ulaşıp bir gece kalıp dönebileceğimiz bir yerde değildi. Bu da daha milli parka girmeden kendimize iki günlük bir tur ayarlama zorunluluğu doğurdu. Yani fazladan masraf... Yani fazladan gün kaybı... İşin masraf boyutunu bir yana koyalım, çünkü zaten bu tarz masrafları önceden göze almıştık. Ama önceden planladığımızdan fazla Khao Sok'ta kalacak olmak, seyahatin geri kalanındaki planlarımızın sarkmasına neden olacaktı. İşte bu yüzden Khao Sok Milli Parkı'nı bir duraklama noktası olarak kullandık ve sabah Kamboçya macerasına atılmak üzere geceyi orada geçirdik. Ve tabii ki bütün gece yağmur yağdı. Hatta bir ara, acaba bu kadar yağmura, tam altımızdan akan nehir taşar da sele kapılır mıyız diye düşünmedim değil. Neyse ki olmadı...

Sabah erkenden kalktık bir pickup kamyonetle Khao Sok yakınındaki minibüs durağına geldik. Oradan bir minivan bizi aldı ve o bölgedeki en büyük yerleşim olan Surat Thani'ye götürdü. Surat Thani'den otobüse binip 10 saatlik bir yolculuğun ardından Bangkok'a geldik. Bu otobüsün hemen hemen tam yatan koltukları olduğunu ve oldukça rahat bir otobüs yolculuğu geçirdiğimizi belirtmeliyim. Bangkok'ta hemen tren istasyonuna gittik. Ancak vardığımızda akşam 10 civarıydı ve tren sabah 6'daydı. Tren garı gece 11'de kapanıyor ve sabah 4'te açılıyordu. Yani garda sabahlama şansımız yoktu, saat 4'e kadar bir şekilde zaman geçirmeliydik. Eşyalarımızı gardaki emanetçiye bırakıp Bangkok'un çılgın bölgesi Khao San(Kasan)'a gittik. Niyetimiz sabah 4'e kadar bir yerlerde, bir şekilde vakit öldürmekti. Zaten Bangkok 24 saat canlı bir şehir, gece vakit geçirecek bir yer bulmak zor değil. Ancak biz barlarda sürünmek için ruhen fazla yaşlıyız galiba ki onun yerine farklı bir çözüm bulduk. O bölgede bir otelle anlaştık, biz iki gün Kamboçya'ya gidip geleceğiz, döndükten sonra burada kalalım, parasını da şimdiden ödeyelim siz de bizi gece vakti Bangkok sokaklarında kurda kuşa yem etmeyin, biz şurada lobide kıvrılır otururuz dedik. Sağ olsun, dindar budist resepsiyonist abimiz bizi kırmadı, saat 4'e kadar orada oturmamıza izin verdi.

İş tabii burada bitmiyor. Hatta belki yeni başlıyor... Saat 4'te gara gittik, neyse ki Kamboçya sınırına gidecek olan camsız trenimiz saat 6'da hareket edecek olmasına rağmen perona gelmiş bekliyordu da biz direkt içine girip uyumaya başladık. Israrla camsız tren diyorum çünkü bu trenin gerçekten pencere camları yoktu. Tren hareket ettiği sürece püfür püfür gidiyorsunuz. Kamboçya sınırına gidecek tren diyorum, çünkü Kamboçya'nın içinde demir yolu ağı yok. Sınırdaki Aranyaprathet kasabasına trenle gidiyorsunuz, buradaki istasyondan sınır kapısına tuk tukla veya tek kişiyseniz motosiklet taksiyle gidiyorsunuz. Burada şuna dikkat etmeniz çok önemli, anlaştığınız tuk tukçular sizi genellikle sınırın Tayland tarafındaki acentelere götürüyorlar. Burada Kamboçya vizesi 100 dolar! Bunlara kibarca, kavga etmeden "hayır, biz zaten vizemizi internetten aldık" diyorsunuz ve sessizce Tayland kapısından çıkıp Kamboçya sınır kapısına yürüyorsunuz, burada resmi görevlilerden vizeyi 20 dolara alıyorsunuz, sonra kurtardığınız o 80 dolar için bana teşekkür ediyorsunuz... Vizeyi hakikaten internetten almak da bir seçenek tabii. İnternet vizesi de 25 dolar ama biraz prosedürleri var. Bence en iyi seçenek kapıdan almak. Dikkat edilmesi gereken bir diğer şey de benim internetteki seyahat forumlarından öğrendiğime göre, Tayland'daki kanunların biraz değişmiş olması. Sanırım Eylül 2014 itibariyle Tayland sınırından bir kere giriş-çıkış yaparsanız, doksan gün içindeki ikinci girişiniz için para ödemek zorunda kalıyorsunuz. Gitmeyi düşünenlerin gitmeden önce bunu araştırmalarını tavsiye ediyorum.

Sınırdan salimen geçtiniz. Bir anda medeniyet değişti, Tayland'ın görece düzenli, sakin sokakları; yerini fakirliğe ve keşmekeşe bıraktı. Şimdi soru şu: Dünyaca ünlü Angkor Arkeoloji Parkı'nın bulunduğu Siem Reap şehrine nasıl gideceksiniz? Burada yanımıza gelen resmi bir görevli hızır gibi imdadımıza yetişti. Sınır kapısından otobüs terminaline ücretsiz bir servis varmış. O terminalde Siem Reap'e taksiyle mi, minibüsle mi, otobüsle mi gideceğinize karar veriyorsunuz. Taksi 48 dolar ve 2 saat, minibüs kişi başı 9 dolar ve 2,5 saat, otobüs yanlış hatırlamıyorsam 5 dolar ve 3 saat... Eğer bulabiliyorsanız taksiyi paylaşacak insanlar bulun ve minibüse kişi başı 9 dolar vereceğinize, taksiye kişi başı 12 dolar verin. Ve bütün bu ulaşım araçlarının ödemeleri dolarla, yani bildiğimiz Amerikan Doları'yla yapılabiliyor. Kamboçya Rieli'nin pek lafı geçmiyor.

Siem Reap'te önceden rezervasyon yaptırdığımız otele vardığımızda, Railay'deki otelimizden çıkışımızın üzerinden neredeyse 60 saat geçmişti. Doğru düzgün bir şeyler yememiş, doğru düzgün uyumamıştık. Bitkinlikten bayılmak işten değildi. Ve o bitkinlik bizi o kadar germişti ki bi an şunu düşündük: Acaba uçak biletinin tarihini öne alıp hemen Türkiye'ye dönsek mi?

Ama dönmedik ve iyi ki de dönmemişiz... Angkor gerçekten dünya gözüyle görmeye değer bir yer ve bu da bir sonraki yazıya...

*Fotoğraflar bana aittir.

Ceketsiz çıkılan seyahat (Bölüm 2 - Railay)

Tayland'ın kuzeyi ve güneyi birbirine oldukça uzak. Hem coğrafi hem kültürel olarak... Kültürel boyutu şimdilik bir yana, bu uzaklıktan ötürü kuzeyinden güneyine kara yoluyla ulaşmak hiç kolay değil. Bu yüzden olsa gerek, ülke içi uçuşlar için düşük fiyatlı pek çok hava yolu şirketi var. Biz de kuzeydeki Chiang Mai’den güneydeki Krabi’ye göçmek için işin kolayına kaçtık ve Phuket Havalimanı’na uçtuk. Aslında niyetimiz Phuket’ye gitmek değildi. Ama Phuket bölgedeki en turistik merkez olduğundan havalimanı da o ölçüde işlek, dolayısıyla ucuz uçuş bulma şansı çok daha yüksek. Ucuz uçuş bulduk bulmasına da, gece Phuket Havalimanı’na o kadar saçma bir saatte vardık ki, görevliler resmen havalimanını üstümüze kilitleyip gittiler.

Hedefimizde Railay diye nisbeten tanınmamış bir kasaba var. Havalimanındaki turist bürosunun tarifine göre, önce havalimanından bir taksiye binip ana yola, oradan da bir otobüs durdurup Krabi’ye gitmemiz gerekiyor. Krabi’ye varınca da oradaki yerli halka sormamız lazım Railay’e nasıl gideceğimizi. Gelgelelim ana yoldan geçen otobüsler sabah saat 7’den sonra geçmeye başlıyormuş. Oturup bekledik Phuket Havalimanı’nda...

Biz otobüs beklerken bir minivan düştü şansımıza ve çoğu uyku halinde geçen yaklaşık 3 saatten sonra kendimizi Kuzey Tayland’la hiçbir benzerliği olmayan bir kasabada bulduk. Bir kere artık Budist kültür hakimiyeti altında bir yerde falan değildik; halkın yarısı budist, yarısı müslümandı. Camilerden, örtülü kadınlardan, yaklaşan ramazan bayramını kutlayan reklam tabelalarından bunu anlayabiliyorduk.

Krabi’ye varınca biraz kahvaltı, biraz soluklanma dedikten sonra kahvaltı ettiğimiz kafenin sahiplerinden Railay’e giden yolun tarifini istedik. İskeleye gidiliyormuş, longtail boat’a (uzun kuyruklu tekne) biniliyormuş, yarım saat sürüyormuş... Çünkü Railay’in kara bağlantısı yok. Aslında bir yarımada, yani kara bağlantısı yok değil, ama yolu yok. Yarımadanın karayla bağlantılı kısmı tamamen dağlık. Bu da Railay’in fazla keşfedilmemiş, az sayıdaki keşfedeni tarafından da bozulamamış bir yer olmasını sağlamış. Yarımadada çok lüks ve pahalı seçenekler de dahil olmak üzere birçok otel var, ama hiçbiri beton yığını ucube binalar değil. En ucuzundan en pahalısına bütün oteller ya tek katlı binalarda ya bungalow tipi odalarda hizmet veriyor.

Railay’in doğu sahilinde öğleden sonraları gelgitten dolayı deniz 100-150 metre kadar çekiliyor. Bu yüzden doğu sahili denize girilen değil, sosyalleşilen bir yer. Oteller, restoranlar, barlar bu tarafta. Restoran, bar dediysem, lüks otellerin içindekiler hariç hepsi salaş yerler. Tayland’ın genelindeki, bir mekana girerken ayakkabı çıkarma geleneği burada o kadar aşırı bir hal almış ki, bu restoran-bar tarzı yerlerin, hatta bakkalların, turizm acentalarının çoğu girişte ayakkabılarınızı çıkarmanızı istiyor. Ama zaten o sıcakta kim ayakkabı giyer ki? Herkes terlikle geziyor, çıkarın dendiğinde hemen çıkarıyor... Denize girmek için herkes yarımadanın batısına ya da Phranang Beach adlı plaja gidiyor. Bu saydığım yerlerin üçü de birbirlerine en fazla 15 dakikalık yürüme mesafesinde, Krabi merkeze veya yine yakınlarda bulunan turistik merkez Ao Nang (telaffuz: anan)’a gitmekse daha önce de anlattığım gibi sadece teknelerle mümkün.

Railay’deki turizm acentaları meşhur Phi Phi (telaffuz: pipi) adalarına sürat motorlarıyla günübirlik turlar düzenliyor. Bu turlarda farklı adalarda ve koylarda duraklanıp denize giriliyor, Phi Phi adalarının merkezi olan Ko Phi Phi Don’da öğle yemeği molası veriliyor. Leonardo DiCaprio’nun The Beach filminin çekimlerinin yapıldığı Ko Phi Phi Le'deki Ao Maya (Maya Koyu) da bu turların kapsamında. Ancak aklınızda bulunsun, bölgenin yağış sezonu olan Temmuz-Ekim arasında tur firmaları hava muhalefeti nedeniyle bazı koylara yapılacak ziyaretleri iptal edebiliyor. Bizim başımıza da maalesef geldi... Ayrıca sürat motoru kaptanının ve tur rehberinizin motoru çılgınca sürerek sizi ıslatmaktan memnuniyet duyacağını da aklınızdan çıkarmayın, bu tura gidecekseniz ıslanmaya hazırlıklı gidin. Eğer ıslanmaktan yana bir probleminiz yoksa, böyle bir tura katılmanızı şiddetle öneririm.

Railay maceramız 5 gün sürdü. Muson sezonunda gitmiş olmamıza rağmen, bu 5 günün sadece bir gününü bütün gün dinmek bilmeyen bir yağmurda kaybettik. Diğer günlerde muson akşama doğru başlayıp ertesi sabaha kadar devam etti ve sabahları yerini pırıl pırıl güneşe bıraktı. Havanın serinlemesi gibi bir şeyse zaten söz konusu bile değil, hava her zaman bin derece ve buna deniz suyu da dahil... Unutmadan, yağmurda kaybedilen günün keyfi de bambaşkaydı. Sonuçta hayatınızın her gününü yağmur ormanlarının içinde, üstünde maymunlar gezen kulübenizde bardaktan boşanırcasına yağan musonun altında kitap okuyarak geçirmiyorsunuz...

Railay’den sonra, hemen hemen 60 saat süren ve neye uğradığımızı anlamadan kendimizi Kamboçya’da bulduğumuz bir yolculuk başladı. O yolculuk başlı başına bir maceraydı ve bir sonraki bölümün konusunu teşkil ediyor. Görüşmek üzere...

*Fotoğraflar bana aittir.

Ceketsiz çıkılan seyahat (Bölüm 1 - Chiang Mai)



-Bi dakka! Benim çantam nerede!
-Ne! Nerede unuttun?
-Hiç farkında değilim ki!

Bu konuşmanın konusu olan çantanın içinde pasaportlarımız, bütün nakit paramız, kredi ve banka kartlarımız, otel odamızın anahtarı ve fotoğraf makinemiz var. Onu kaybetmek dünyanın sonu mu? Değil, ama ona çok yakın... Bu çantanın akıbeti yazının sondan bir önceki paragrafında mevcut, gerilim sevmeyen direkt o paragrafa atlayabilir. Sabırlı davrananlarsa zaten yazıyı okudukça o çantaya ne olduğunu aşağı yukarı tahmin edecekler.

Tayland’daki Phuket(Puke) Adası, belki de Tayland’ın kendisinden çok daha ünlü. Ama Tayland’ın Phuket’den ibaret olduğunu sanmak seyahat meraklılarının yapacağı en büyük haksızlıklarından biri olabilir. Kuzey Tayland şehirlerinden Chiang Mai(Şeng Mai) bunun en aşikâr örneklerinden biri. Deniz kıyısında olmadığı için haliyle plajları yok. Bu şehrin değeri sokaklarında, sokak tezgahlarında, görkemli Budist tapınaklarında, pazarlarında ve aslında hepsinin önüne geçen güleryüzlü insanlarında...

İstanbul’dan havalanıp Kuala Lumpur aktarmasıyla Bangkok Suvarnabhumi(Suvarnabum) Havalimanı’na, oradan Bangkok’un iki havalimanı arasında (diğer havalimanındaki biletinizi ibraz etmeniz şartıyla) ücretsiz çalışan servisiyle Don Mueang(Don Muan) Havalimanı’na, oradan da Chiang Mai’ye gitmemiz yaklaşık 24 saat sürdü. Güya kolumuzu kaldırmaya gücümüz yoktu ama insana gezerken bambaşka bir güç iniyor. O güce güvendik, eşyaları bırakır bırakmaz kendimizi sokağa attık.

Açlıktan geberiyoruz, saatlerdir sadece çerez ve kraker yiyoruz, saat akşam 9 civarı, hangi restorana gidebileceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yok. Ama orası Asya ve Asya’daysan yiyecek bir şey her zaman vardır! Tayland’dasın, açlıktan miden sırtına yapışmış, restoranlar ya kapalı ya da sen henüz hiçbirini bilmediğin için girmeye cesaret edemiyorsun. Sokak yemeği yer misin? Belki de büyük çoğunluğunuz “yemem” cevabı verdi. Ama yemelisiniz. Diğer Asya ülkelerini bilemem de Tayland’da sokak yemeği yemezseniz bir şeyleri eksik bırakmış olursunuz. Ki Taylandlılar sokak tezgahı konusunda o kadar aşmışlar ki bütün tezgahlar kendi içinde küçük bir restoran olmuş. Menüde çoğu zaman çorbadan tatlıya, etten sebzeye her şey var.

Aynı gecenin diğer keşfi de Chiang Mai Night Market(gece pazarı) oldu. Bizim otelimiz bu pazara 1 dakika uzaklıktaydı. Ama gideceklere tavsiyem otellerini bu pazarın yakınlarında değil, surların içinde kalan eski şehirde bir yerlerde aramaları. Zira Night Market bence Chiang Mai’de görülmesi kesinlikle şart bir yer değil. Turistleri gönderecek yeni bir seçenek olsun kaygısıyla oluşturulmuş bir yer izlenimi verdi bana. Yine de güzel şeyler bulma ihtimaliniz yok değil. Vaktiniz olursa uğrarsınız bir ara...

Asıl Chiang Mai keşfi ikinci gün başladı. Önceki akşam anlaştığımız bir tur rehberi bizi sabah aldı, rampanın ve virajın harman olduğu bir yola çıktı. Önce geçimini el işleriyle sağlayan bir köye, sonra da Chiang Mai’nin en görülesi turist noktası olan Wat Phrathat Doi Suthep’ye gittik. Wat Suthep’nin özelliği, bu tapınağın inşa edileceği yere dağa bırakılan bir filin karar vermiş olması. Efsaneye göre, fil tapınağın yerine karar vermesi için dağda dolaşmaya bırakılmış ve bugün tapınağın olduğu noktaya geldiğinde çöküp ölmüş. Efsanevi özelliğinin yanında, Wat Suthep aynı zamanda size ihtişamlı(çünkü komple altın) bir mabet görme ve terasından bütün Chiang Mai’yi seyretme fırsatı sağlıyor. Her yeri tapınakla dolu olan bu şehirde görmenizi en çok önerdiğim ikinci tapınaksa Tayland’ın tek gümüş tapınağı olan Wat Si Supan. Surların dışında, yine de eski şehrin yakınında bulunuyor. Chiang Mai hakkındaki rehberlerde hiç rastlamadığımız, oranın yerlisi bir abimizden tesadüfen öğrendiğimiz bir şaheser...






Şehri gerçekten görmekse tabii ki haritaları kapatıp sokaklarda, özellikle de surların içinde kalan kısımda kaybolmakla mümkün. Keza şehri yaşamak da, gülmesi telkin edildiği için değil, içinden geldiği için gülen halkın arasına karışmakla mümkün. Pazarlarında, dükkanlarında, sokak tezgahlarında, masaj salonlarında, tur acentalarında pazarlık yapmakla... Ayrıca, sokak tezgahı veya restoran, muhteşem yemeklerinin tadına bakmakla... Yeri gelmişken de bir restoran önerisi vereyim: Taste From Heaven. 18 günlük gezi boyunca yediğim en güzel yemekleri orada yedim. Chiang Mai’ye yerleşmiş bir İngiliz tarafından işletilen ama aşçıları tabii ki Taylandlı olan bir vejetaryen Thai restoranı.

Chiang Mai’de turistler için icat edilmiş temalı tur bolluğu var. Fillerle banyo, maymunlarla dans, yılanlarla saklambaç, kelebeklerle uçuş, vs. vs. vs... Bunların biri hariç tamamının oradaki hayvanların istismarı olduğunu düşünüyorum. Zaten son yıllarda da, suistimale uğrayan ve sonra işi bittiği için çöp gibi bırakılan hayvanların rehabilite edildiği merkezler açılmaya başlamış. Bu rehabilitasyon merkezlerinin en eskisi, en ünlüsü ve en büyüğü Elephant Nature Park. Burada diğer fil parklarının aksine fillere zorla yaptırılan hiçbir şey yok. File binen insanlar yok, koskoca hayvana çivili sopalarla şaklabanlık öğretmek yok... Fillerin hayatını yakından görmek isteyen insanlar için bir gün süren öğretici geziler düzenliyorlar. Her ne kadar bu aslında bir bağış olsa da, girişi epey pahalı olduğu için bu seferlik es geçtik. Bir dahaki sefere kesinlikle gitmek isterim. Temalı turlara geri dönelim... Bunların istismar konusunda tek istisnası, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla, Tiger Kingdom adlı bir kaplan parkı. Tiger Kingdom’a karşı da önce epey mesafeli yaklaştım, insanlar fotoğraf çekilecek diye kaplanlar niye parka kapatılıyor diye çok sorguladım. Ama bunu sorgulayan tabii ki sadece ben olmadığım için Tiger Kingdom yöneticileri her şeyi aslında Tayland’daki kaplan nüfusunun korunması için yaptıklarını izah eden yazılar koymuşlar parkın giriş bölümüne. Kaplanlara eza vermedikleri konusunda oldukça ikna edici ve inandırıcı bilgiler veriyorlar. İçeride şiddet yok, zorla bir şey öğretmek yok, esaret yok... Kaplanlar yavruluktan çıkıp parkta insanların içine karışmak için tehlikeli yaşa(15 ay) geldiklerinde, giderleri Tiger Kingdom tarafından karşılanan koruma alanlarına bırakılıyorlar.


Gelelim çanta hikayesinin sonuna... Çantayı ben bir tapınağın önünde fotoğraf çekilirken omzumdan çıkarıp o tapınaktan ayrılırken orada unutmuşum. O çanta orada 1 saat boyunca beklemiş ve değil içinden bir şey çalınmış olması, yeri santim kıpırdamamış. Biz de nerede unuttuğumuzu fotoğraflara bakıp hangi fotoğraflarda omzumda var, hangilerinde yok stratejisiyle hatırladık. Bu da size güleryüzlü, tarihi, lezzetli Chiang Mai’nin güvenliği hakkında bir fikir vermiş olsa gerek...

Chiang Mai’den sonraki noktamız Phuket Havalimanı’ydı. Ama aslında Phuket’ye hiç gitmedik. Bunu da ikinci yazıyı merak etmeniz için söyledim. Görüşürüz...  

*Fotoğraflar bana aittir.