29 Temmuz 2010 Perşembe

Dönüşün

Gregor Samsa'yı bir Umut Sarıkaya karikatüründe görmüştüm ilk defa.. Sabah uyandığında kendini devcileyin bir böceğe dönüşmüş olarak bulan karakter fikri, içimde yatan büyük bir merak parçasını yerinden kaldırdı.. Okudum "Dönüşüm"ü.. Zaten incecik bir kitap, az ama öz anlatmış Kafka.. İnanılmaz bir yaratıcılık barındırmakta Bay Samsa, kimse boşuna Kafka olmuyor.. İş hayatını, bir insanı böceğe dönüştürerek anlatmak herkesin harcı değil..

Dönüşüm'ün mantığıyla yola çıkarsak, çok büyük bir çoğunluğumuzun sabah sırtında sert bir kitinle uyanma ihtimali var.. Çok büyük bir çoğunluğumuz belirlenmiş günlerde, belirlenmiş bir saatte, belirlenmiş bir yerde olmak, belli insanlardan talimat almak, belli insanlara talimat vermek zorundayız.. Üstelik belirlenen her şey bizden önce, bizim haberimiz olmadan belirlenmiştir, biz sadece ona uyarız.. Örneğin; iş günlerinin haftada beş gün olmasına kimin karar verdiğini muhtemelen hiç kimse bilmiyordur, ama herkes o günlerde işte olmak zorunda olduğunu bilir.. İnsanların çoğunun artık beş gün çalışmak istemediğini kimse umursamaz, iş günü sayısı birileri tarafından, bir zamanlar belirlenmiştir..

İşte buna itirazım var benim.. Diğer hayvanlardan farkının iradesi olduğunu iddia edip, bununla böbürlenen fazla evrilmiş bir hayvan türünün iradesini kullanamamasına itirazım var.. Kışı düşünerek yuvalarında yiyecek depolayan karıncalardan bir farkımız yok aslında.. Nasıl ki bir karınca ordusu besin kaynağı bulduğunda hep aynı rotayı takip ederek kış için yiyecek taşır, işte aynı öyleyiz.. Hepimiz aynı yöntemleri takip ederek yarınımızı garantiye almaya çalışıyoruz.. Bu yöntemleri birileri, bir zamanlar belirlemiş.. Şimdi de hepimiz o rotada ilerleyip, yuvamıza ekmek kırıntısı getiriyoruz.. Güçlü olanlarımız büyük kırıntı taşıyor yuvalarına, güçsüz olanlarımız küçük.. Güçlü de olsak güçsüz de, ezilme tehlikesini hepimiz hissediyoruz..

Şimdi bu şekilde düşünmeye devam edelim.. Kafka, Bay Samsa'yı bir böcek olarak betimlemekte haksız mıymış? Ezilme tehlikesi, belirlenmiş rotaları takip etme ve yarını garantiye alma güdüsü.. Hangimiz Kafka'nın abarttığını iddia edebilir?

Bir gün kalktığımda kendimi devcileyin bir böceğe dönüşmüş bulmaktan ciddi ciddi korkuyorum açıkçası, çok da değişiklik olmayacak diye teselli buluyorum sonra..

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Tamam, sen kazandın!

Ekim doğumluyum ben.. Yüksek temponun yorduğu yaz mevsiminin, yerini ağır adımlarla takım arkadaşı sonbahara bıraktığı günlerden geliyorum.. Doğduğum gün yağmur yağıyor muydu hatırlamıyorum.. Orada değildim.. Muhtemelen yağmıyordu.. Ekimin başında yağmur yağmaz Denizli'ye.. Ama Ekim, Denizli için yağmurun başlangıcı demektir.. Denizli de çocukluk benim için.. Ve belki de o yüzden yağmurla aramda bir bağ hissettim hep.. Ekim ve Denizli, yağmur ve çocukluk..

Denizli'de deniz yoktur ama yağmur çok yağınca sel alır bütün şehri.. Seyretmesi inanılmaz güzel gelirdi çocukken.. Bana neydi ki selin yarattığı karmaşadan? Dışarı çıkmak zorunda değilim, işe gitmek zorunda değilim, araba kullanmayı bilmiyorum bile.. Benim için eğlence doğardı yağmurdan kaçan insanların sefilliğinden.. Sefil derdim onlara, en ufak bir damlaya tahammülü olmayanlara.. Yağmur çiselemeye başladığı anda şemsiye açarlardı, çok kıymetli, narin tenlerini su damlalarından korumak için.. Onlar kaçtıkça yağmurun onları daha çok sıkıştırması beni sevindirirdi.. Yağmur-insanoğlu mücadelesinde yağmurun tarafında olurdum, kendi türümü satmış olmak pahasına.. Birikintinin üzerine çarpan damlaların oluşturduğu halkalarla eğlenirdim.. Sırılsıklam olmak pahasına -pahasına ne demek, sırf bunun için- çıkar yürürdüm sokaklarda, yağmurda erimekten korkan toz şeker sürüsüne inat........

Sabah sıcaktan yatağa yapışmış bir şekilde uyandım, güçlükle kurtuldum yataktan.. Hazırlandım, evden çıktım, hava güneşliydi.. Tek tük bulut vardı ki İstanbul için o kadar bulut hiçbir şey demektir.. İşe vardım, iş yaptım.. Mesaimin bitmesine yakın hava kararmaya başladı.. Hayır, o kadar uzun süre çalışmadım.. Sabahki günlük güneşlik hava, nöbetini karanlığa erken teslim ediyordu bu seferlik.. Karanlık tamamen gelene kadar yağmur bulutları güneşi kapatarak onu idare edeceklerdi anlaşılan.. Başıma geleni anladım, aceleyle metrobüs durağına koştum.. O sırada ilk yağmur damlaları ulaştı.. Ustalıkla sığındım metrobüs durağına, sadece 1-2 damla isabet almıştım.. Metrobüse bindim.. Böyle bir nem olamaz! İçeride duracağım yere doğru adım atmak yerine kulaç attım ve beklemeye başladım.. Yağmur hücum oynuyordu, galibiyete inanmıştı bu sefer.. Metrobüsten indim Mecidiyeköy durağında.. Saçağın altında bekliyorum ama faydası yok, hava çok rüzgarlı.. Rüzgar ve yağmur birbirlerinin yancısı olmuşlar, saçağın altında bekleyenleri dahi ıslatıyorlar.. En yakın reklam panosuna sığındım.. Bu sefer de kenarda biriken sular saldırdı.. Yenilgiyi kabullenip kaçmaya başladım, platformdan inip içeriye girdim, turnikeden geçtim ve beklemeye başladım.. Bekledim ki yağmur zaferinin ihtişamına doysun ve geri çekilsin.. Yarım saat kadar bekledim.. Seyyar satıcıların sattığı, tek kullanıma izin veren şemsiyelerden almamaya yemin ettim, teslim olmuştum yağmura, karşı koymak anlamsızdı.. O kazanmıştı, bir de şemsiye satıcıları.. Kazandığını anlayıp geri çekildi.. Hem yağmur hem de yancıları; rüzgar ve şemsiye satıcıları...........

Bu yaz kalbimi çok kırdın yağmur.. Bütün bir kışı yazın özlemiyle geçiren eski bir dostuna kazık attın.. Ne zaman ki usul usul ıslattığın günlere döndün, o zaman tekrar dostuz..

Not: Formspring olayını duymuşsunuzdur sanırım.. Kendisinden bir adet edindim :) Her tür soruya açık olduğumu iddia eder, adresi verir, saygıyla huzurlarınızdan ayrılırım.. http://formspring.me/mavigozluev

9 Temmuz 2010 Cuma

Seni çok sevdim küçük, sana oğlum diyebilir miyim?

Aslında işin zevklisi olmaz.. İş; zevkli bir kavram olsaydı, onu yaptığımız için para vermezlerdi bize.. Gel gör ki; bir iş ne kadar zevkli olabilecekse o kadar zevkli bir işim var.. Bunu, müdürüm blogumu takip ediyor olmasaydı da yazardım :).. Bir kaç hafta öncesine kadar, sabah işe gider gitmez önce Facebook'u açıyordum, 0-2.5 yaş aralığındaki bebek resimlerine bakıyordum.. Bunu yapmaya başladığımdan beri binlerce bebek gördüğüme emin olabilirsiniz.. Artık bebek resimleri görmek benim için o kadar sıradan olmuştu ki, çoğu zaman ofiste olduğumu unutup; "Ohaaaaa!! Ne güzel bebeeeek?" benzeri ünlemleri kullandığımın farkında bile olmuyordum.. Ben ne kadar farkında olmasam da çevremdekiler bunların yakın tanığı oldular ve normal olarak artık yaşımın kemale erdiğini, baba olacak yaşa geldiğimi düşünmeye başladılar..

İşte hikayemiz burada başlıyor.. Gerçekten baba olmak istiyor muyum? Ya da isteyecek miyim? Yaşım hakikaten kemal mi? Ya da olacak mı? Bebek resimleriyle bu denli içli dışlı olduğumdan beri takıntı konum bu oldu.. Taktım resmen, sürekli bunu düşünür oldum, kendiminkilerden başlayarak anne-baba olmuş kişilerle tartıştım..

Kafamda en çok tekrarlanan şu; baba olursam eğer, kendimden başka herhangi bir insanı kendimden daha çok düşünmek zorunda kalmayacak mıyım? Bencil olduğunu yeni yeni kabul edebilmiş bir adam için bu sorunun cevabını vermek travmatik oldu: Evet, başka bir insan senin için senden daha önemli olacak..

Acıktı mı?
Uykusu var mı?
Zamanında konuşacak mı, baba diyecek mi?
Hangi okula yazdırayım?
Arkadaşları düzgün insanlar mı?
Sigara içiyor mu, uyuşturucu kullanıyor mu?
Arabayı da aldı, acaba kaza yapar mı?
Eve ne zaman gelecek?
İyi bir üniversiteyi kazanacak mı?
İş bulabilecek mi?
Eşi nasıl biri acaba?

Herhangi bir şeye bağlanmayı sevmeyen, fikirleri, istekleri, hayalleri sürekli değişen biri için bu soruların cevabını düşünmek zorunda kalmak biraz fazla değil mi?

"-Seni çok sevdim küçük, sana oğlum diyebilir miyim?
+Anneeeeee, şurda bi deli vaaaaarr!!"

6 Temmuz 2010 Salı

Hepimiz Geri Zekalıyız, Hepimiz Türk'üz 2

Biraz beklettim 2. yazıyı, sanırım her şeyden önce bunun için bir özür borçluyum.. Düşündüm ki ilk yazıyla ikincinin arası fazla soğumasın, daha ne soğuyacaksa artık?

Geçen hafta yayınladığım ilk kısım için pek olumlu tepkiler aldığım söylenemez.. Aslında tepkilerin olumsuz olacağını beklemediğimi de söyleyemem.. Empati kurarak söylüyorum; bu blogu yazan kişi değil de okuyan kişi olsaydım ben de çok olumlu yaklaşmayabilirdim ilk etapta.. Ondan da öte, sınırlı sayıda insan tarafından takip edilen bir blog yazarı değil de geniş bir okuyucu kitlesine sahip bir köşe yazarı olsaydım belki de şu anda TCK 301'den yargılanıyordum.. Hayatını Türk'ün zekasını ve namusunu korumaya adamış savcıların kulağına gitmemeyi dileyeyim ve yazıma kaldığım yerden devam edeyim...

Beni genelleme yaptığım için suçlamayın.. Zira pekçokları genelleme yapmayı doğrudan kötülenmesi gereken bir durum olarak algılasa da, ben genellemelerin belli durumlar için oldukça doğru olduğunu varsayıyorum.. Çünkü toplumların, yani "genel"in, her daim ortak noktaları vardır.. Olmasaydı, en basit şekilde ifade edeyim, o bir toplum olamazdı.. Bu yüzdendir ki bütün dünya Almanları disiplinli, Japonları işkolik, İngilizleri centilmen, İskandinavları soğukkanlı, İtalyanları agresif vs. vs. olarak geneller.. Ancak bu disiplinsiz Alman, tembel Japon, sakin İtalyan olmadığı anlamına gelmez.. Çünkü insanların öğrenme yoluyla edinerek ya da doğuştan getirerek taşıdıkları özellikleri eğitimle değişebilir.. Toplumlar, iyi özelliklerini eğitimle sivreltebilir veya kötü özelliklerini köreltebilir.. İyi ve kötü göreceli kavramlar olsa da, kanımca söz konusu toplumsal yaşam olduğunda iyi ve kötü çok da ucu açık kavramlar değiller.. Örneğin, Türkler'deki, benim iddia ettiğim, geri zekalı olma durumu eğitimle üstesinden gelinen bir kavram.. Bunu etrafımızdaki başarı hikayelerinden rahatlıkla gözlemleyebiliriz..

Üzerinde asıl durulması gereken nokta, eğitim kavramından anladıklarımız.. Eğitim dediğimiz şeyin okula gidip gelmek, hatta doktora yapmak olmadığını hepimiz biliyoruzdur sanırım.. Bu ülke karısına şiddet uygulayan profesör görmedi mi? İsim vermeyelim, ama gördü.. Koskoca yazısının bir cümlesini cımbızlayarak Hrant'ı 301. maddeden dava eden savcılar Hukuk Fakültesi mezunu değiller miydi? Tabii ki öyleydi.. Sanırım yeterince uygun örnekler.. Daha önce de okumakla ilgili bir şeyler yazmıştım buraya.. O yazıdan da yola çıkarsak; ne yazık ki Türk insanı eğitimi reddediyor, tedaviyi reddeden bir hasta misali.. Bence asıl tehdit olan budur.. Eğitimi reddetmek, genetik geri zekalılıktan çok daha büyük bir geri zekalılık..

Bu yüzdendir ki; eğitimi, okumayı, öğrenmeyi, araştırmayı reddetmeyen hiç kimse geri zekalı değildir.. Ne bu satırların yazarının, ne de bu satırların okurlarının tam da bu yüzden geri zekalı olduklarına inanmıyorum.. Okumaktan vazgeçmediğimiz sürece genetik mirasımıza fark atabiliriz..

Okumayı bırakmamak dileğiyle..

Not: Bazı sitemler aldım.. Önceki yazıma yorum yapılmış, ancak ben o yorumlara izin vermemişim gibi bir şikayet geldi.. Kesinlikle siteden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.. Hakaret içermeyen her yoruma izin vereceğime emin olabilirsiniz..

Nott: Henüz ayak alıştırma döneminde bir blog yazarı olduğum halde insanları blogumdan soğutabilecek konulara çok girdiğimi farkettim.. İsterseniz bir özeleştiri diyebiliriz buna.. Fikirlerine çok değer verdiğim bir arkadaşımla birlikte siyasete bulaştığımız bir blog oluşturma planımız var, belki bundan sonra bu tarz konulara sadece orada değinirim.. Bir süre siyasetten, felsefeden uzak kalıp kuştan, böcekten, güneşten bahsetmeyi planlıyorum.. Uzun süredir yazmak istediğim ancak hiç fırsat bulamadığım "backpacking" maceralarımdan bir yazı dizisi oluşturmak gibi bir fikrim var.. Belki 1-2 öykü denemesi falan da yapabilirim.. Şimdiden haber vereyim.. :)

2 Temmuz 2010 Cuma

Bizim zamanımızda Boğaz'da köprü 2 taneydi..

Yavrularım, siz o zamanları bilmezsiniz.. O zamanlar, hayat şimdiki kadar zor değildi ki, biz çok güzel bi gençlik yaşadık.. Ben şimdiki gençlik için hem üzülüyorum hem seviniyorum.. Şimdiki gençler bi yandan her şeyi biliyolar teknoloji sayesinde, bi yandan da gençliklerini, çocukluklarını yaşayamıyorlar..

Bak mesela, bizim zamanımızda Playstation zihin gücüyle oynanamıyordu, illa ellerinle kumanda etmek zorundaydın.. Oyun dediğin öyle olmalı bence, şimdiki nesil bilmez.. Ama öte yandan şanslılar.. Bizim zamanımızda zorunlu eğitim sadece 8 seneydi, ilköğretimi bitirsen yetiyordu, öyle şimdiki gibi en az lisans diploması almak zorunda değildin.. Üniversiteye giriş falan çok ağır sınav gerektiriyordu bizim zamanımızda, çok az insana nasip olan bir şeydi lisans diploması almak, herkes alamıyordu şimdiki gibi.. Lisans diploması alanlar askerliği daha az yapardı.. Ama yine de herkes askere gitmek zorundaydı, kıymetinizi bilin, ben 5 ay askerlik yaptım mesela.. O zamanlar, hayat bu kadar pahalı değildi, iş bulmak da daha kolaydı.. Şimdi ekmek aslanın ağzında..

Ulaşım daha zordu ama, onu kabul ediyorum.. Bi kere bizim zamanımızda, öyle şimdiki gibi, uçan arabalar falan nerdeeeee? Çok sonra çıktı onlar.. Eskiden E-5 diye bir yol vardı İstanbul'u boydan boya geçerdi, ama sadece kara araçlarına imkan tanırdı, o yüzden inanılmaz trafik olurdu üstünde, kıpırdayacak yerin olmazdı.. Boğaziçi köprüsüne bağlanırdı o yol, diğer yakaya geçmeye çalışan hemen hemen herkes o yola hücum ederdi.. Köprüler de 2 tanecikti o zamanlar.. Bu köprülerin çoğu sonradan yapıldı aslında, daha mazisi çok tazedir.. Üstelik ilk 4 köprü sadece kara araçları içindi, elektromanyetik tren rayları döşemeyi 5.'de akıl ettiler..

Boğaz'daki derinlik de çoktu o zamanlar.. Gemiler geçerken köprüye çarpmasın diye o kadar yüksek yaptılar ilk 4 köprüyü.. Sonra sular çekildi zamanla, şimdiki gibi cılız akmazdı bizim zamanımızda, dillere destan akıntısı vardı o güzelim Boğaz'ın.. Ona baka baka rakı içerdik arkadaşımızla, sevgilimizle.. Yılın 5-6 ayı yağmur yağardı İstanbul'a.. Senede en az 4-5 defa da kar yağardı.. Hem de kar yağınca bi parmak birikirdi, şimdiki gençlerin gördüğü de kar mı be?

İletişim de o kadar kolay değildi.. Şimdiki gençler açıyorlar boyutsal projeksiyonu, konuşmak istedikleri kişi yanlarındaymış gibi konuşuyorlar.. Bizim zamanımızda görüntülü konuşma bile yeni yeni tanıtılıyordu insanlara, küçücük ekranda karşıdakinin yüzünü görebiliyordun en fazla.. Şimdiki gibi görüntüyü karşına 3 boyutlu olarak yansıtamıyordun..

İşte böyle gençler, hem üzülüyorum hem seviniyorum sizler adına..




Dipnot: "Hepimiz geri zekalıyız, hepimiz Türk'üz" yazısının devamını getirmekten vazgeçmiş değilim.. O da gelecek..