30 Aralık 2010 Perşembe

Bu mevsimde ne işin var? (Bölüm 5: Sezon Finali)


Artık bu gezinin de sonu gelmişti ve son 2 günümü daha önce bir üniversite etkinliği için gittiği şehri anlat anlat bitiremeyen bir arkadaşımın etkisiyle Uppsala'da geçirmek niyetindeydim.. Ya da benim ona taktığım isimle; Oops-ala..

Uppsala, Stockholm'ün biraz kuzeyindeki bir İsveçli öğrenci cenneti.. Şehir nüfusunun yarısının öğrencilerden müteşekkil olduğunu duymuşluğum var.. Hal böyle olunca da soğuk olmasına rağmen cıvıl cıvıl bir şehir çıkmış ortaya.. Şehirdeki hareketi sağlayan da haliyle öğrenciler.. Uppsala'daki Nation(İsveççe okunuşu "Natun" ve anlamı İngilizce Nation ile aynı; millet, topluluk) adı verilen öğrenci toplulukları kendi mekanlarını yaratmışlar.. Bazıları geceleri partilerle coşarken, bazıları brunch vs. tarzı daha sakin aktiviteler düzenliyorlar.. Şehirdeki öğrencilere hem iş hem sosyalleşme imkanı sağlıyorlar.. Fevkalade fikir..

Şehri, belki genç bir turist için değil de doğma büyüme İsveçli biri için, daha önemli yapan şey ise Uppsala'nın İskandinavya'nın en büyük katedralini bulundurması.. Şehrin kuşkusuz en önemli ve görülmesi gereken binası 1200'lerde inşa edilmiş bu tarihi ve devasa katedral, Domkyrkan.. Bu katedral dışında şehir genel olarak üniversitelere ait binalarla doldurulmuş durumda.. Bir de şehri boydan boya geçen nehirleri var, Fyrisån..

2. interrail macerası da Uppsala ziyareti ile virgüllendi.. Noktalandı yazmaya elim varmadı çünkü noktalandığı falan yok.. Ben imkan buldukça maceralar devam edecek.. Sadece tarihi belli değil.. Interrail, bağımlılık yapan bir macera..

Bu arada, gerek blogdaki yazıların altına yorum yazarak, gerek Formspring'de sorular sorarak, gerek Ekşi Sözlük üzerinden mesaj atarak, gerek de beni bir şekilde Facebook'tan bulup mesaj atarak Interrail hakkında sorular soran herkesin içini rahatlatacak bir haberim var.. Önümüzdeki ayın ilk yazısı(belki onu da bir seri olarak yazarım) genel olarak Interrail'a adanacak.. "Interrail nedir, nasıl yapılır, ne kadar para harcanır, nerelere gidilip nerelerde kalınmalıdır?" gibi sorulara dilim döndüğünce cevaplar vermeyi düşünüyorum.. Bu yazıların sizin merak ettiklerinize daha çok derman olması için bu aralar Formspring üzerinden bana sorular yazabilirsiniz.. Böylelikle ben de bir sonraki blogu yazarken o sorulara cevap vermeye çalışırım.. Formspring adresi: http://formspring.me/mavigozluev


(Buradaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bu mevsimde ne işin var? (Bölüm 4: Kopenhag'a bakmıştım da?)


Bergen'in çevresindeki küçük şehirler ve başkent Oslo dışında başka bir demiryolu bağlantısı olmadığı için, Bergen'den sonraki durak olan Kopenhag'a gitmenin tek yolu Bergen-Oslo-Göteborg-Kopenhag güzergahını takip etmek.. Neyse ki arada transfer yapmak zorunda olunan bütün trenlerin saatleri birbirine göre ayarlanmış.. Örneğin, Oslo treni Göteborg'a gelmeden, Göteborg'da bekleyen Kopenhag treni hareket etmiyor.. Aslında Danimarka'nın, İskandinavya yarımadasındaki kankaları İsveç ve Norveç ile kara bağlantısı yok.. Ancak İsveç'in 2. büyük şehri olan Göteborg'dan kalkan tren, İsveç'in 3. büyük şehri Malmö ve Kopenhag arasındaki köprüden geçerek Kopenhag'a varıyor.. Avrupalı, demiryolunu önemsediği için, nereye köprü yapsa demiryolunu mutlaka planlarına dahil etmiş.. Üstelik Malmö'den sonra, tren önce Kopenhag Havalimanı istasyonunda duruyor.. Ki bu durumda ben Malmö'de yaşayan biri olsam, uluslararası bir uçuş için Stockholm'ü değil Kopenhag'ı tercih ederim.. Malmö'ye ve çevredeki şehirlere(misal, öğrenci şehri Lund) gitmeyi düşünenlerin aklında olsun..

Kopenhag'da, tren garını geride bıraktıktan sonra, eğer daha önceden Amsterdam'ı görmüş biriyseniz, kısa süreli bir şok geçirmeniz garip olmaz.. Kopenhag; Stockholm, Oslo gibi bir İskandinav başkentinden çok Amsterdam'a benziyor, hatta neredeyse aynısı.. Binalar, parklar ve hatta kanallar.. Bu yüzden ilk gittiğinizde bir süre Kopenhag'dan farklı bir yere geldiğinizi düşünüyorsunuz.. Bu benzerliğin bir sebebi var aslında.. Kopenhag'ı Kopenhag yapan, üzerindeki pek çok tarihi binanın ve anıtın dikilmesini emreden Danimarka Kralı Christian IV, yaptığı Amsterdam ziyaretinden çok etkileniyor ve ülkesinin başkentinin Amsterdam'a benzemesi için elinden geleni yapıyor.. Görünüşe bakılırsa da hedefinde oldukça başarılı olmuş.. Bugünkü Kopenhag şehir planı ise daha da enteresan ve yaratıcı.. Çünkü 1900'lü yılların ortasından itibaren uygulamaya konulan bir şehir planına göre Kopenhag, avuç içi şehrin tarihi bölgesi olmak üzere, bir el.. Şehir, 5 parmağın doğrultusunda genişliyor ve bu parmakların arasına imkanı yok inşaat izni verilmiyor, parmak araları yeşil bırakılıyor.. Dahiyane bir şehir plancılığı..

Kopenhag'dan bahsedilirken kesinlikle atlanmaması gereken bir bölge var: Christiania.. 70'lerden itibaren bu semte hippiler yerleşmeye başlamışlar ve burayı kurtarılmış bölgeleri haline getirmişler.. Bugün Christiania, 1000 kadar nüfusu ve organik tarım, özel yapım bisiklet gibi kendine ait geçim kaynakları olan özerk bir ülke gibi hareket ediyor.. Özerk bir ülke olduklarına o kadar inanmışlar ki, bu semtten ayrılırken üzerinizdeki tabelada "You are now entering the EU"(Şu anda AB'ye giriyorsunuz) yazıyor.. Sadece bu da değil.. Christiania'nın kendine özgü kuralları var.. Örneğin, içeride silah yasak, kavga yasak, ağır uyuşturucular(haplar, eroin) yasak, fotoğraf çekmek yasak.. Ama geri kalan her şey serbest.. Öyle ki, Danimarka'da uyuşturucu yasak olduğu halde bu semtte gündüzleri "ot" pazarı kuruluyor.. Mecazi bir anlatım değil, bildiğiniz pazar.. Tezgahlar, pazarcılar, fiyat etiketleri, çeşit çeşit "otlar".. Buradan alışveriş yapan insanlar semtin içindeki kafe, bar veya parklarda aldıklarını tüketebiliyorlar.. Kavga çıkarmadıkları sürece de daima özgürler.. İçerisi ayrıca muhteşem bir sokak sanatı sergisi.. Girerken bir tanesinin fotoğrafını çekebildim, ancak dediğim gibi içeriye girince fotoğraf çekmenize izin vermiyorlar.. Muhtemelen polislere karşı aldıkları bir önlem, saygı duymak lazım.. Hippi hareketine, sokak sanatına, "otlar"a meraklı herkesin hayatında en az bir defa görmesi gereken bir yer.. Keşke bütün dünya öyle olsa dediğiniz zamanlar oluyor..

Kopenhag'la ilgili diğer bir öneri ise kanal turu.. Tur, şehrin barları ve kafeleriyle ünlü kanal sahili Nyhavn'dan başlıyor ki zaten Nyhavn'ı da kesin görmeniz gerektiği için farklı bir yere yönelmeniz gerekmiyor tur için.. Kanal turu yaparken, hem şehirde görülmesi gereken çoğu noktayı uzaktan da olsa görüyorsunuz ve görülmesi gereken yerler hakkında genel bir fikriniz oluyor hem de bunların tarihi hakkında bilgi almış oluyorsunuz.. Üstelik kanal turu sırasında ilginizi çeken bir yer olursa inip o bölgeyi gezdikten sonra arkadan gelen tur teknesiyle dönmenize de imkan tanıyorlar.. Tur 1 saat kadar sürdüğü için tekneden hiç inmeseniz bile daha sonra ilginizi çeken yerlere gitme şansınız da oluyor.. Üstelik fiyatı da İskandinavya'daki ölümcül pahalılığa rağmen gayet uygun..

Bunun yanı sıra Kopenhag'da, hemen merkez tren istasyonunun karşısında Tivoli adlı bir lunapark var.. Ancak burası basit bir lunapark değil, dünyanın en eski 2.(1843'ten beri faaliyette) ve şu anda Avrupa'nın en çok ziyaret edilen 3. eğlence parkı.. Ancak girişi biraz pahalı olduğu için; oyuncaklarla, eğlence parklarıyla pek ilgili değilseniz es geçebileceğiniz bir mekan..



(Buradaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)

14 Aralık 2010 Salı

Bu mevsimde ne işin var? (Bölüm 3: Ellerinizi nasıl koruyorsunuz?)


Norveç'te dünyanın en pahalı şehirlerinden birini bırakıp, dünyanın başka "en"lerinden birine gidiyorum.. Norveç'in 2. büyük şehri olan Bergen, aynı zamanda dünyanın en çok yağış alan şehirlerinden bir tanesi.. Bu şehir, 365 günün 240'ında yağış alıyor ortalamaya göre.. Karşılaştırma açısından; İstanbul, bir yılın ortalama 124 gününü yağışlı geçiriyor.. Şansıma, ben güneşli geçen ender günlerden birine denk geldim..

Aslında Oslo-Bergen arasındaki tren yolculuğunun yol boyunca görülebilen manzaralar nedeniyle gündüz yapılması gerekliliği her yerde bas bas bağırılıyor.. Interrail ile ilgili sitelerde bu hat, Avrupa'nın en keyifli tren rotalarından biri olarak gösteriliyor.. Ancak az zamanda, çok ve büyük keşifler yapmak zorunda olduğum için günlerimi yolculukta harcamak istemedim.. Hem Oslo-Bergen arasını hem de dönüşü gece yolculuğu olarak yaptım.. Belki bir gün aynı yolu gündüz görme şansım da olur diye umuyorum.. Yani aklım kalmadı değil aslında..

Norveç'in 2. büyük kenti olmasının yanında, Bergen'i önemli yapan 2 şey daha var.. Birincisi, Bergen meşhur "Norveçli balıkçılar"ın şehri.. Kentin başlıca geçim kaynağı balıkçılık(Hayat Bilgisi dersime hoş geldiniz).. İkincisi, Norveç'in ve hatta İskandinavya'nın meşhur kıyı tipi olan fiyortların Atlas Okyanusu'ndaki kapısı.. Şehir kendisi de zaten fiyortların üzerine kurulu ama asıl fiyort manzarasını şehri eteklerinin altına alan Mount Fløyen'e çıkmaya cesaret ederseniz görüyorsunuz.. Zaten Bergen'i belki de Oslo'dan bile daha turistik yapan şey Mount Fløyen.. Buranın ilk 150 metresini şehir merkezinden kalkan bir füniküler tramvay ile çıkma şansınız var.. Ancak zirveye varmak için tırmanmanız gereken bir 450 metre daha kalıyor.. Bu 450 metre için takip edebileceğiniz farklı parkurlar var.. Ben kendimi o kadar kasamam diyenler için ise dağın farklı yönlerine giden daha farklı parkurlar var.. Bu parkurları takip ederseniz dağın çeşitli noktalarındaki göllere, piknik alanlarına, kamp alanlarına gidebiliyorsunuz.. Ama en güzel fiyort manzarası daima zirvede..

Tekrar şehre indikten sonra görülmesi gereken en önemli şey ise kuşkusuz ki UNESCO'nun koruması altındaki eski Bergen evleri.. Tamamen ahşaptan yapılan bu evlerin orijinalleri ne yazık ki yanmış.. Ancak yerlerine yapılan evlerin orijinalleriyle tıpatıp aynı olması için o kadar emek sarf etmişler ki evleri yeniden inşa ederken kullanılan tahtalar, evlerin ilk yapıldığı dönemde kullanılan baltalar yeniden üretildikten sonra kesilmiş.. Sonuçta ortaya Bergen'in ortasında ahşap bir mahalle çıkmış.. Ahşap evlerden sonraki ilk hedef, Norveçli balıkçıların yuvası olan Bergen Balık Pazarı.. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var; reklamlarda Norveçli balıkçıların ellerini koruma sırrı olarak gösterilen el kremi Norveç'te satılmıyor.. İlk fark ettiğim zaman benim için de sürpriz oldu, ama gerçek bu.. Ellerini neyle korudukları benim için hâlâ sır olsa da Norveçli balıkçılar oldukça iyi insanlar.. Sayelerinde hayatımda ilk defa balina eti yemiş oldum.. Bu pazara yolunuz düşerse balinasıdır, hakiki Norveç somonudur, bunlardan tatmayı ihmal etmeyin..

Oslo kadar kalabalık ve canlı bir şehir olmasa da, bana göre(ve aslında pek çok diğer insana göre)Bergen Oslo'dan daha güzel(en azından turistler için) bir şehir.. Özellikle arkadaş çevresinde doğa tutkunu, deniz tutkunu tabir edilen insanların bu şehri görmemesi hata olur..



(Buradaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bu mevsimde ne işin var? (Bölüm 2: Metro bileti ne kadar?)


Stockholm'den kalkan son Oslo treni öğleden sonra.. Yolculuk 6 saat sürüyor.. Yani akşama Oslo'dayım.. Yani Oslo'daki herhangi bir hostele bir gece daha fazla para ödemek zorundayım.. Ve emin olun bunu kimse istemez.. 2009 yılı verilerine göre dünyanın en pahalı şehri olarak kabul edilen Oslo'da, hostel fiyatları 25 Euro'dan başlıyor.. Bu da şu demek: İstanbul'da 3 yıldızlı bir oteldeki odanızda kafanızı dinlemek için ödeyeceğiniz parayı, Oslo'da 8 kişi tarafından paylaşılan bir odadaki yatağa ödüyorsunuz.. Mecburen ödendi..

Hostellerin şöyle bir güzelliği var.. 11'de çıkış yapmak zorunda olsanız bile genelde giriş katında bulunan odalara çantalarınızı bırakabiliyorsunuz.. Ertesi sabah çıkış yaptıktan sonra çantayı hostele bırakıyorum ve Oslo'nun keşfi başlıyor.. Tur özellikle The Vigeland Park'tan başlıyor ki hava kararmadan bu park görülebilsin.. Çünkü şehir neredeyse 60. derece enleminde(Kuzey Kutup Dairesi 66. dereceden başlar) ve bu nedenle öğleden sonra 3'te hava büyük ölçüde kararıyor.. Tıpkı diğer çoğu Avrupa şehri gibi Oslo'da da turistseniz toplu taşıma kullanmaya pek gerek duymuyorsunuz.. Çoğu turistik alan yürüme mesafesinde.. Üstelik turist dediğin yürümeli arkadaş! Başka türlü o şehrin dokusu öğrenilmez, tadı çıkmaz.. Yürürken fark ettiğim kadarıyla Oslo, Stockholm'den daha küçük ama daha kozmopolit.. Özetle, daha fazla yabancı göçmene ev sahibi olmuş.. Bunda muhtemelen petrol zengini Norveç'in İskandinav kardeşlerinden daha müreffeh olmasının etkisi var..

Gezmeye devam.. The Vigeland Park(Frogner Park) Norveçli heykeltıraş Vigeland'a eserlerini oluşturması için tahsis edilmiş bir bölge.. Aynı zamanda Oslo halkının yaz günlerini geçirdiği bir yeşil alan.. Zaten genel olarak Norveçliler heykel sanatına çok meraklı.. Nerede bir boşuk bulsalar, oraya bir heykel dikmişler.. Hal böyle olunca parklarını bir heykeltıraşın eserlerine ayırmaları tutarsız değil..

Turun başladığı yerden şehir merkezine doğru geldikçe başka bir parkla karşılaşıyorsunuz.. Burası da Kraliyet Parkı.. Tıpkı İsveç Hanedanı gibi Norveç Hanedanı da halkın rahatça gezebildiği bir yerde ikamet ediyor.. Bunu şöyle canlandıralım.. Önce Çankaya Köşkü'nün bahçesinin halkın piknik yaptığı bir park olduğunu düşünün, sonra da Cumhurbaşkanı'nın da o parkın sınırlarındaki köşkte yaşadığını.. Halkından hiç izole olmadan yani.. İki ülkedeki kraliyet ailelerinin yaşam tarzlarını görünce kafamdaki medeniyet tanımı vücut buldu adeta.. O akşam Oslo'da yaşayan bir Polonyalı olan ev sahibimle buluşmalıyım(bkz. Couchsurfing).. Sağolsun bana evini açacak, ben de bir gece daha hostel parası vermekten kurtulacağım.. Üstelik bu, Oslo'da yaşayan biriyle muhabbet etme imkanı.. Evi tarif ediyor.. Metroya biniyorum, söylediği durakta iniyorum, o beni duraktan alıyor.. Plan bu.. Ama asıl şok metro için bilet alırken yaşanıyor.. Oslo'da metro bileti 6 TL karşılığı Norveç Kronu(İstanbul'da 1.65 TL).. İşte şimdi de kafamdaki "pahalı" tanımı vücut buldu.. Ancak tabii ki Norveçliler bu konuda rahat, çünkü gelir düzeyleri de o derece yüksek.. Yeri gelmişken; Norveç hükümetinin planlamasına göre, Norveç önümüzdeki 50 yıl boyunca başka bir ekonomik faaliyette bulunmasa bile petrol gelirleri bütçelerini karşılayabiliyor ve 4 milyon nüfuslu ülkenin sağlık bütçesi, 20 milyon kişiye şu anki kalitede hizmet verecek güçte..

Oslo'da bunun dışında özellikle görülmesi gereken National Gallery(Ulusal Galeri), Opera Binası, Akershus Fortress(Akershus Kalesi) ve Aker Brygge var.. Galeride Norveçli ünlü ressam Munch'un tablolarını(özellikle en ünlü tablosu "Çığlık"ın orijinali) görebilirsiniz.. Opera Binası, denizden yükselen bir buz dağından esinlenilerek inşa edilmiş.. Akershus Kalesi ve Aker Brygge ise birbirine emanet edilmiş bir kale ve liman.. Aker Brygge'deki alışveriş merkezi; "zevksiz olmayan, şehrin dokusuyla barışık, ferah alışveriş merkezi nasıl yapılır?" sorusunun cevabı olarak yapılmış diye düşünüyorum..

(Buradaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)

2 Aralık 2010 Perşembe

Bu mevsimde ne işin var? (Bölüm 1: İskandinavya'nın Başkenti)


Uzun süredir görmeyi planlıyordum.. İnternette, makalelerde okuduğum; filmlerde, dizilerde seyrettiğim ve hep içinde olmaya imrendiğim kültürü artık yerinde görmeliydim.. Yalnız ufak bir sorun vardı.. Görmek istediğim ülkeler "biraz" kuzeydeydi ve kış o bölgeye, biz yazlık hayatımızı yeni yeni terk ederken geliyordu.. Durum böyle olunca, gideceğim bölgeyi soranların ikinci sorusu kişiye göre değişiklik göstermiyordu: "Bu mevsimde ne işin var?" İşte bu dizinin amacı; bu mevsimde, orada ne işim olduğunu sizlere anlatmak..

Bindiğim uçak İstanbul'dan havalandığında sıcaklık +18 derece civarındaydı.. Aynı uçak 3 saat sonra, Stockholm yakınlarında, karlarla örtülü bir ormanın ortasındaki havaalanına iniş yaptı.. Ben zaten o anda anlamıştım İskandinavya'ya geldiğimi.. Kar ve orman.. Ama İsveçliler herkesin nereye geldiğini anladığından emin olmak istemişlerdi.. Arlanda Havalimanı'nın içindeki panolarda şöyle yazıyordu: Stockholm - Capital Of Scandinavia(Stockholm - İskandinavya'nın Başkenti)..

Şehir merkezine adım attıktan sonra, Stockholm'de denizin üstündeki devasa bir platformda yürüyormuş hissine kapılıyor insan.. Zira Stockholm, 14 adanın birbirine köprülerle bağlanmasıyla oluşmuş bir şehir.. Sonuçta siz, değiştirdiğiniz her semtte aslında başka bir adaya geçmiş oluyorsunuz.. Adalar arasında yaşamayı o kadar kanıksamış ki Stockholm halkı, şehrin futbol takımları farklı adalardan çıkmış ve her adanın sakini kendi adasının takımını desteklemeye başlamış zamanla..

İşte bu 14 adanın merkezinde de, diğerlerine göre daha küçük bir ada yer alıyor.. Merkezde yer alan bu ada; Gamla Stan, yani Eski Şehir.. Burası şehrin tarihi merkezi.. Aslında bir bakıma bütün İsveç'in merkezi çünkü İsveç Parlamentosu ve Kraliyet Sarayı bu adada bulunmakta.. Kraliyet Sarayı kelimesi, başbakanı koruma ordusuyla dolaşan bir ülkenin vatandaşları için izole bir yapıyı çağrıştırıyor olsa gerek.. Ancak İsveç Kraliyet Ailesi, tarihi adanın tam ortasında, turistlerin müze olan bölümlerine rahatça girip çıktıkları ve hiçbir aşırı güvenlik önleminin olmadığı bir sarayda ikamet ediyor.. Keza parlamento binası da, insanların her dakika önünden geçebildikleri bir yapı.. Gamla Stan, bu önemli binaların yanı sıra, İskandinav mimarisinin güzel örneklerini, taş sokakları, butikleri, kafeleri üzerinde taşıyor..

Gamla Stan'ı geride bırakıp biraz yürümek Stockholm City Hall'e(il yönetim binası) ulaşmak için yeterli oluyor.. Yapımı sırasında 8 milyon kiremit kullanılan bu kiremit rengi binayı önemli ve özel yapan şey, Nobel ödüllerinin burada veriliyor olması.. Denize alabildiğine yaklaşmış bu binanın deniz kenarındaki avlusu muhteşem bir Gamla Stan manzarası sunuyor.. Gamla Stan'a tam karşıdan bakabiliyorsunuz..

Stockholm oldukça güzel, canlı ve güvenli bir şehir.. Tıpkı Oslo ve Kopenhag gibi, Stockholm'de de hayat çok pahalı; burada da çeşmeden içilen su, marketten alınan, şişelenmiş sudan daha güvenilir; burada da ulaşımın en temel aracı bisiklet ve burada da toplu taşıma oldukça gelişmiş.. Metro ağları, cuma ve cumartesi günleri 24 saat çalışıyor.. Bunu söyledikten sonra tahmin edebilirsiniz sanıyorum ama yine de söylemek gerekir: Stockholm'ün gece hayatı oldukça renkli.. İsveçliler içmeyi ve eğlenmeyi çok seviyorlar.. Küçük bir uyarı; güzel bir gece için Gamla Stan yerine şehirde yaşayanların tercih ettiği semtlere gidilmeli.. Fiyatlar Gamla Stan'dan ayrılınca yarıya iniyor.. Üstelik fiyatları yarıya inmiş haliyle bile Stockholm, Avrupa'nın diğer şehirlerine kıyasla daha pahalı..

Bütün bu söylediklerim aslında tek bir sonuca varıyor: Stockholm'ü görün!

(Buradaki fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)

25 Kasım 2010 Perşembe

Kurgu

Telefon numarasını çevirenler aradıkları kişinin ulaşılamaz olduğuna dair bant kaydını dinlediler.. İnternet üzerinden mesaj yazmak isteyenler sosyal ağlardaki hesaplarının kapalı olduğunu gördüler.. Elektronik posta atanlara "postanız ulaştırılamadı" uyarısı geldi.. Evinde de değildi..

Gitmişti.. Nereye gittiğini, neden gittiğini, kime tepki gösterdiğini kimse anlayamadı.. Sadece gitmişti.. Hep hayal ettiği gibi; yanına hiçbir şey almadan, fazla hesaplamadan, çok düşünmeden gitmişti.. Sadece biliyorlardı ki iyiydi.. Yaşamayı sevdiğini, üstelik bunu becerecek güçte olduğunu düşündükleri için akıllarına kötü ihtimalleri getirmiyorlardı.. Gitmişti işte! Bu kadar basit.. Ondan geriye, üzerine giydikleri hariç, yanına almadığı eşyaları ve son defa yazdığı mektup kaldı.. Şöyle demişti giderken:

"Gerçekten üzülmeyeceğinizi bilsem üzülmeyin derdim.. Ama biliyorum ki beyhude.. Benim orada ne kadar mutsuz olduğumu hiçe sayarak, ortadan kaybolduğuma üzüleceksiniz.. İçimde bir yerde acı çektiğimi görmezden gelerek, kendime kötülük ettiğimi düşüneceksiniz..

Etmedim..

Keşke kendim ve sizler için en iyisini yaptığımı size anlatmanın somut bir yolu olsaydı, elle tutulur bir ifadesi mesela.. Keşke basit bir kağıt parçasına yazılmış görünmez duygular yerine, o duyguların somut bir ifadesini bırakabilseydim arkamda.. Tek başıma dağ yollarında yürüdüğümde, şehirlerin arka sokaklarında kaybolduğumda hissettiğim hazzı size kanlı canlı göstermenin bir yolu olsaydı keşke.. O zaman üzülmezdiniz emin olun.. Sevinirdiniz aslında.. Mutlu olduğum için, yüzüm güldüğü için sevinirdiniz..

Bunalmıştım çünkü.. Yüzüm yalandan gülüyordu orada.. Hep eleştirdiğimi yapar olmuştum yani, sahteydim sizler gibi..

Ah evet, sizler.. Karşılıksız sevdiğinizi söylediğiniz insanlardan bile karşılık bekleyen sizler.. Hep birilerine, bir şeylere benzemeye çalışan sizler.. Değersiz kaygılarının daimi esiri olan sizler.. Korkularıyla yüzleşmekten korkan, bu yüzden kısır bir döngüde yuvarlanan sizler.. Aslında içgüdülerinin doğrultusunda davranıp, bunu sanki başka kimse yapmıyormuş gibi etraftakilerden gizleme çabasına kapılan sizler..

Sizleri daha yakından keşfettim geçen gün.. Kulaklığımı kulaklarıma iyice gömüp, sesi sonuna kadar açtığımda.. Müzikten başka bir şey duymuyordum ama insanların yüz ifadelerini daha net görebiliyordum.. İnanın bana, bunu yapmak çok fikir veriyor insanlar hakkında.. Yüzlerindeki yapmacıklığı okuyorsunuz seslerini duymadığınızda.. Sürekli bir şeyler istiyorlar birilerinden ya da başkası olmaya çalışıyorlar.. Bir gün deneyin bunu ve görmeye çalışın diğer sizleri.. Aynı gün, neden hayvanları insanlardan çok sevdiğimi de anladım sadece başını okşadığım için bana sadakatle bakan köpeği gördüğümde.. Benden tek beklentisi elimi başının üzerinde ileri-geri oynatmamdı ve bunu kuyruğunu sallayarak belli ediyordu.. Benden beklediğini göstermek için rol yapmıyordu yani, sadece içgüdülerine uygun davranması yetiyordu.. Gerçekti..

Sıkılmıştım sizlerden, bu yüzden gittikçe daha çok benziyordum size.. Sonra gitmek geldi aklıma.. Belli bir varış noktası olmadan, gücüm nerede tükenecekse oraya kadar.. Çok düşünmedim, çok durmadım üzerinde, çok planlamadım.. Düşünsem vakit kaybedecektim çünkü, korkacaktım yani.. Size biraz daha fazla benzeyecektim.. Sadece gittim ben de.. Kapıyı çektim, gittim..

Umarım biraz daha rahatlamışsınızdır bunları okuyunca, biraz daha geçmiştir üzüntünüz.. Artık daha özgür olduğumu, özgürlüğün benim için mutluluk olduğunu görmüşsünüzdür.. Kendim için iyi bir şey yaptığımı fark etmişsinizdir, keza sizler için..

Kendinize iyi bakın.. Hâlâ kendiniz diye bir şey varsa.."

Onu merak edip evine gelen bütün dostları okudu bu mektubu sırayla.. Onu bulması için çağırılan polisler de dahil.. Sıkıldılar ama, keşke özeti olsaydı diye düşündüler..

5 Kasım 2010 Cuma

Cin

Çok bunaldığı bir gün, avarelikte zirveyi zorlayarak sokakları arşınlıyordu kafasındakilerden kurtulmak için.. Yürürken önüne çıkan kendi halindeki bir tenekeyi tekmeledi.. Birden, amaçsızca etrafta dolanan kediler, çatıların üzerinde uçmakla meşgul güvercinler, çöplerden kağıt toplayan çocuklar durdu.. Tenekenin içinden bir cin çıktı.. "Merhaba" dedi önce.. "Ben yeni nesil bir cinim.. Size, alışılmışın aksine sadece iki tane dilek hakkı vereceğim ve bunların ikisini aynı anda kullanamayacaksınız.. Şimdi bir dilek dileyeceksiniz ve gerçek olacak, ilk dileğinizden sıkıldığınız zaman ben yeniden geleceğim ve ikinci dileğinizi soracağım size.. Anlaştıysak ilk dileğinizi bekliyorum.." diye devam etti.. Çocukluğundan beri asla inanmadığı masal kahramanı, gözlerinin önündeydi, bir an konuşamadı heyecandan..

Ne isteyeceğini bilmiyordu.. Üstelik hemen kullanabileceği tek hakkı vardı, çok dikkatli düşünmeliydi.. Bir süre sakinleşmeyi bekledikten sonra ne istediğini anladı.. "Derdimin, sıkıntımın olmadığı, her şeyin bol olduğu ve yalnızca sevdiklerimin yaşadığı bir ıssız ada istiyorum." dedi.. "Hay hay sahip!" diye kafasını salladı cin.. Bir anda bitkin gözleri kapandı, olduğu yere yığıldı..

Uyandığında, kulübesini yaptığı sazların arasından güneş sızıyordu.. Şaşkınlıkla dışarı çıktı.. Bembeyaz bir kumsalın üzerinde duruyordu, 3 adım ötesinde masmavi ve başka hiçbir kara parçasını görmeye imkan tanımayacak sonsuzlukta bir deniz vardı.. Dalga ve kuş sesleri izin verdikçe başka sesler geliyordu kulağına.. O seslere doğru yöneldi.. Tıpkı cine tarif ettiği gibiydi her şey, seslerin geldiği yerde sadece sevdiği insanlar vardı ve hiçbirinin derdi yokmuş gibi görünüyordu.. Herkes mutluydu.. Kumsala değin uzanan sık ağaçlar izin verdiği ölçüde kulübelerini kondurmuşlardı adaya.. Kendisini bildi bileli hayalini kurduğu hayat, çoktan ezilmiş bir tenekeyi tekmelemesiyle gerçek olmuştu..

Günlerden bir gün denizi seyrederken cin tekrar geldi.. "Hayalleri gerçek olmuş birisi için fazla sıkıntılısınız sahip!" dedi.. Sonra duraksamadan devam etti:

-İkinci hakkınızı kullanmak ister misiniz?
-İsterim..
-Dinliyorum..
-Beni geri götür cin.. Eskiden yaşadığım hayata, eskiden küfrettiğim insanlara, eskiden olduğum yere..
-Merakımı mazur görün sahip ama sorun nedir?
-Denize bakınca Kanlıca'yı göremiyorum..

24 Ekim 2010 Pazar

Seçim

Sebebini anlayamadığı bir sıkıntı hissediyordu.. Hani aslında ortada can sıkacak bir durum yoktur ama taş yutmuş gibi sıkışır ya mide... İşte öyle.. Yürümeye karar verdi; açık hava iyi gelecekti sözde.. Bilhassa bilmediği caddeleri, sokakları seçerdi eğer yürümekteki amacı kafa dağıtmaksa..

Hiç bilmediği bir caddeye vurdu kendini.. Sokaklara daldı, sonra ara sokaklara.. Sokakları geride bıraktıkça ıssızlık ve sessizlik artıyordu.. Kimseler görünmüyordu etrafta.. Bu durumdan ürpermek bir yana, gittikçe huzur doluyordu içi.. Midesine oturmuş taş kendiliğinden küçülüyordu olduğu yerde.. Sokakların arasında kaybolmaya devam ederken; ağaçların, çiçeklerin, sarmaşıkların arasında kalmış geniş bir kapı gördü.. Her biri aynı olan evlerin bulunduğu bir sokağın başıydı bu.. Sokağın iki ucundaki geniş kapılarla ayrılıyordu diğer sokaklardan.. Yeşillikler içindeydi.. Sokak başındaki kapılardan biri açıktı, merakına yenilip girdi.. Sokağın sonuna kadar yürüdü.. Karşılıklı, tek tip, ahşap kapıları olan, taş evler.. Üzerinde yürüdüğü kaldırım ve yol da, evlerle uyum sağlamak istercesine, taşlarla döşeliydi.. Ahşap kapılar kapalıydı.. Ne sokakta kendisinden başka birisi vardı, ne de evlerden sesler geliyordu.. Terk edilmiş gibiydi sokak.. Geride bıraktığı diğer sokakların aksine kedi, köpek bile yoktu.. Sokağın sonuna doğru bir ev fark etti.. Kapısı açıktı, içeriden müzik sesi geliyordu.. Eski bir gramofon, bir plak.. Nedendir bilinmez içeriye girmekte hiçbir çekince görmedi.. Normal zamanda asla yapmayacağı bu davranış, ortalıkta nefes alan tek bir canlının bile olmamasının verdiği merak yüzünden hiç yanlış gelmemişti ona..

İçeriyi daha geniş halde görebilmek için kapıyı eliyle hafifçe itti, o anda kapı beklediğinden çok daha yüksek bir sesle gıcırdadı.. Gramofonun sesi kesildi.. Bir anda geri dönüp kaçmak istedi ama ona seslenildiğini duydu: "Hoşgeldin.." Ses üst kattan geliyordu ve taş evin ahşap merdivenleri de hoş karşılandığını söyleyen sesle aynı anda gıcırdamaya başladı.. Olduğu yerde kaldı ve neyle karşılaşacağını beklemeye başladı.. Merdivenlerden aşağıya beyaz, tek parça bir elbisenin içinde güneş kadar sarı, upuzun saçlı; gökyüzü kadar mavi gözlü; kar kadar beyaz tenli genç bir kadın indi.. Hayatında hiç bu kadar güzel bir kız görmemişti.. Yuttuğu dili tekrar yerine gelince sorabildi:

-"Sen kimsin ve neden ortalıkta kimse yok?"
-"Aptal olma, bir rüyadasın, bu rüyada sadece sen ve ben varız.."

Rüya gördüğünü ilk o zaman anladı.. Bu kadar huzur, bu kadar sükunet, bu kadar güzel bir insan evladı ancak bir rüyada var olabilirdi zaten, çoktan anlaması gerekirdi.. İşin güzel yanı, artık midesindeki taşı hissetmiyordu.. Ne var ki, bir rüyanın içinde yaşıyor olmak ve bunu başkasından duyana kadar fark edememek onu korkuttu.. Yatağın içinde doğruldu, üzerindeki yorganı ayaklarıyla itti.. Zaten gün başlamıştı çoktan, ayakta olması gerekiyordu..

Ertesi gece yine girdi aynı sokaktan içeri.. Yine sokak kapılarından biri açıktı.. Yine sokakta kimsecikler yoktu ve yine tek bir evin kapısı açıktı.. Bu kez her şeyi baştan bildiği için çok sakindi eve girerken.. Evin güzel sahibini yakından tanıyacak cesareti vardı artık.. Öyle de oldu.. Sanki yıllardır bu insanı arıyormuş gibi konuşuyordu onunla.. Yakın hissediyordu onu kendine, her şeyi anlatıyor, her şeyi soruyor, her şeyi dinliyordu.. Kendisine bu kadar yakın hissedecek birinin açlığı içindeydi ve bu açlığı rüyasında da olsa doyurma imkanı bulmuştu.. Ertesi gece yine aynı sokağa gitti.. Ertesi gece yine ve ertesi gece yine... Artık her gece o sokağa gidiyor, onunla buluşuyordu.. Aralarında çok kuvvetli bir aşk vardı.. Şaşırıyordu olan bitene.. Hayalinde yarattığı bir kadınla aşk yaşıyordu.. Herkesten daha yakın hissediyordu onu.. Hiç kimseye anlatamadıklarını ona anlatıyordu..

Bir gün rüya bitip de uyandığında, kendini ne kadar mutlu hissettiğini anladı.. Onu sıkan her şeyi unutmuştu.. Sadece geceleri yaşadığı, kimseye anlatamadığı ama yine de tutkuyla bağlandığı bir aşk vardı içinde.. Uzun zamandır böyle hissetmemişti, rüya bile olsa bu duyguyu hatırlamak çok iyi gelmişti ona.. Yaşam sevinci dedikleri şeyle dolmuştu içi.. Hemen gece olsun istiyordu.. Hemen uykuya dalmak, hemen kavuşmak.. Kendisine bile itiraf edemese de bir rüyaya delicesine aşıktı.. Bir rüya, onun için vazgeçilmez olmuştu..

Bu düşüncelerle geçirdiği günün gecesinde hiç rüya görmedi.. Bir gün rüya görememek onu endişelendirmedi.. Ama ertesi gece yine rüya görmedi.. Ertesi gece yine ve ertesi gece yine... Artık rüyayı bir daha göremeyeceğini düşündü.. Eski sönük, mutsuz, umutsuz geceler geri dönmüştü.. O gece, O'nu tekrar gördü.. Hasretle sordu:

-"Nerelerdeydin? Seni göremeyince çıldıracak gibi oldum..
-"Bunu bilmek zorundaydın.. Ben sadece uykuya mutsuz daldığın gecelerde varım.. Ya mutsuz bir hayatı kabulleneceksin, ya da beni bir daha göremeyeceksin.."

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yazık, Deli Galiba

Bir insan bir nesneden, herhangi bir eşyadan ne kadar nefret edebilirse o kadar nefret ediyordu çalar saatinden.. Aslında uyumayı çok seven biri değildi, uykuyu vakit kaybı olarak gördüğü bile olurdu, ama sabahları zorla, tiz bir ses tarafından uyandırılmak.. İşte buna hala alışamamıştı..

Olağan çalar saate sövme seansını tamamladıktan sonra yorganını kaldırdı.. Havanın soğuk olduğunu anlayınca geri kaçtı sıcacık yatağa.. Bir süre yorganın altında saklandıktan sonra bunun hiçbir faydasının olmadığını, eninde sonunda yorganın dışındaki soğukla yüzleşmek zorunda kalacağını anladı.. Usulca tekrar kaldırdı yorganı.. Bir seferde dışarı attı kendini.. Hani denize yavaş yavaş girmeyi denersen soğuk gelir giremezsin de bir seferde atarsan kendini çabucak alışırsın, işte bunu düşündü ve uyguladı.. Hemen sandalyesinin üstündeki ceketini geçirdi sırtına, mutfağa gidip sade, şekersiz, ağır bir kahve yaptı kendine.. Hem ısındı hem ayıldı kahve sayesinde.. Bütün gece camından ayrılmayan yağmur cama vurmak konusundaki ısrarına devam ediyordu.. Saat çok ilerlemeden evden çıkması gerektiğini hatırladı.. Kahveden istediği faydayı almış olmanın verdiği şımarık tavırla hala yarısına kadar dolu olan fincanı pencerenin önündeki küçük mutfak masasına bıraktı.. Giysi seçimi konusunda her sabah yaşadığı kararsızlığı fazla yaşamadı, bugün ne giydiğinin bir önemi olmadığı fikrindeydi.. Bakmaya bile gerek duymadan bir şeyler çıkardı gardıroptan.. Onları giydi ve çıktı evden..

Sokağa inince bütün gece pantolonunun cebinde kalan Ipod'u sıkıştığı yerden kurtardı, kulaklıklarını kulağına taktı.. Karışık çalmak üzere kurulmuş Ipod, günün ilk şarkısı olarak MFÖ'den "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da"yı seçmişti.. Cihangir'in arka sokaklarını küçük ama sık adımlarıyla geride bırakmıştı bir kaç şarkı sonra, Taksim'e varmak üzereydi.. Kafasında, bağlandığı yerden kurtulmuş binlerce uçan balon dolanıyordu.. Yükseğe çıktıkça kafasının içindeki duvarlara takılıyorlar, içeride kopan fırtınalar onları alaşağı edince yeniden süzüle süzüle yükseliyorlardı.. Balonların sadece bir tanesinin rengi diğerlerinden farklıydı.. Hepsinden daha solgundu o..

Balonları kafasının içinde döndüren fırtına iyice şiddetlendi Taksim'e geldiğinde.. Otobüs duraklarını geçip Gezi Parkı'na giden mermer basamakları çıktı.. En üst basamağa geldiğinde durdu, etrafındaki hengameye baktı, acı acı sırıttı.. Bütün gücüyle; "Beni dinleyin!" diye bağırdı.. Hengame onu duydu.. "İçimde herhangi birinize karşı en ufak bir samimiyet beslemiyorum.. İstesem de besleyemiyorum.. Saygısız, ikiyüzlü, açgözlü, doyumsuz iğrenç varlıklarsınız.. Başkalarının ne yaşadığıyla o kadar ilgileniyorsunuz ki kendi hayatınızı yaşamaktan acizsiniz.. Hayatınız, birbirinize aşıladığınız lanet olası korkularınız yüzünden heba oluyor ve bu saçmalığı durdurmak hiçbirinizin aklına gelmiyor.. Kendi hayatını yaşamayı akıl edenleri, zevk aldıkları şeyleri özgürce yaşamak istedikleri için pislik olarak yaftalıyorsunuz.. Düşünme özürlüsünüz.. Elimde olsa hiçbirinizin aldığı nefesle yaşadığım dünyayı kirletmesine müsaade etmem!"

Birkaç saniyeliğine merdivenlerin etrafındaki kalabalık gerçekten de onu dinlemişti.. Kalabalığın parçalarından biri; "Yazık, deli galiba.." dedi.. Diğerlerine göre daha solgun renkte olan balon patladı.. Ipod'da Queen'den "The Show Must Go On" çalıyordu.. Kalabalık, kalabalık yaratmaya geri döndü..

12 Ekim 2010 Salı

140 karaktere sığdıramadım

Aklımda bir mesele var 2 gündür, resmen taktım.. Twitter'da bir cümleyle özetlerim diye düşünmüştüm.. Sonradan 140 karakterle anlatılamayacağına karar verdim.. Takıntım nedir?

Bence "tavsiye" kavramı gereksiz bir kavram.. Gidilen bir restoranı, gezilen bir şehri tavsiye etmekten bahsetmiyorum.. Örneğin, yaşını başını almış insanlara yöneltilen; "gençlere verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?" sorusu.. Okuduğum röportajlarda dikkat ediyorum, bu soruyu duyan başlıyor anlatmaya.. Bence bir insan hayatta iyi bir yerlere gelecek vasfı taşıyorsa tavsiyeye ihtiyaç duymaz.. Çünkü, bu tavsiyeler genelde insanlara nerede bulunmaları, nasıl davranmaları, ne yapmaları gerektiğini söyler ki o vasfı taşıyan insanlar nerede, ne yapacaklarını bilen insanlardır.. Ne yapması, nerede bulunması gerektiğini bilmeyen insanlarsa, ne kadar tavsiye alsalar dahi belli bir sınırın üzerine çıkamazlar, o vasfı taşımıyorlardır.. Yani, gençlere tavsiye veren "saygın" isimler; üzgünüm ama tam bir vakit kaybısınız..

İşte buna takılmıştım, bunları yazmak bana dert olmuştu 2 gündür.. Yazdım ve artık rahatım.. :)

10 Ekim 2010 Pazar

İkisi

"Benim bardağıma buzu bir fazla koymayı unutma!" diye seslendi bahçeden.. "Bilirsin ki ılık rakıdan nefret ederim." Gerçekten de öyleydi.. Bu yalnız ve huysuz ihtiyar, yılların getirdiği olgunluk ve dinginlikle hayattaki pek çok şeye tahammül etmeyi öğrenmişti, fakat rakısının istediği kadar soğuk olmamasına hala katlanamıyordu.. Keyif aldığı şeylerin zamanla azalmasına içerler, hiç olmazsa rakıyı keyfiyle içmenin derdine düşerdi.. Eski dostu, onun bu huyunu iyi bilirdi.. Kendi kadehine 2, dostunun kadehine 3 buz attı.. İki eski dost, nöbetini diğer yıldızlara teslim edip uzaklardaki tepelerin arkasına uyumaya giden güneşe ve ekim ayının gelmesiyle birlikte son dingin günlerini yaşayan denize selam durup ilk yudumlarını aldılar..

Ne kadar yıldır dost olduklarını unutmuştu ikisi.. Tek bildikleri ne olursa olsun birbirlerinden ayrılamadıklarıydı.. Çok farklı koşulları yaşamak zorunda kalmışlardı geçen yıllarda.. Çok farklı hayatların içindelerdi.. Ama eninde sonunda vardıkları yer, denizle bütünleşmiş bu sakin, fazla keşfedilmemiş Ege kasabası olmuştu.. Etraflarındaki herkes hayal ederdi bunu, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşmeyi.. Ama Egeli olmayanlara göre değildir aslında bu hayal.. Ege; her çocuğun başını okşayan, ama sadece kendi evlatlarını kucaklayan bir annedir.. Bu iki eski dostun şansları, aslında Egeli olmaları, Ege'de büyümeleriydi.. Bir de birbirlerinden hiç kopmamış olmaları.. Bu iki sebepten, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşme fikri, çocukça bir hayal olmaktan öteye geçmişti onlar için..

Geçmişin muhasebesini yapacak değillerdi artık, bunun için yeterince fırsat bulmuşlardı bu zamana kadar.. Gelecek hesabı yapmak ise çok kısa sürüyordu, hesaba katılacak çok fazla zaman kalmadığının farkındaydı iki dost.. Ne geçmiş, ne gelecek iyi bir rakı mezesi değildi onlar için.. Onlar rakının yanında birer tabak şimdi alırlardı.. En keyiflisi de buydu; şimdiyi konuşmak.. Yani denizi, yani balığı, yani rakıyı, yani manzarayı, batan güneşi, yıldızları, dolunayı, mehtabı...

Şimdi muhabbetine devam ederlerken kısa bir sessizlik oldu.. Rakıyı çok buzlu seven huysuz ihtiyar, gelecek hakkında kurduğu cümleyle bozdu sessizliği:

-Fazla zamanımız kalmadı aslında.. Sence ne kadar daha idare ederiz?
-Senin kadehin ısındı yine.. Bu konu nereden çıktı?
-Yo, onunla ilgisi yok.. Gerçekten yolun sonundayız artık..
-Nereden biliyorsun yolun sonunda olduğumuzu, belki hep burada kalırız biz?
-Şakayı bırak, ölmeyen var mı?
-Kimse ölmüyor ki..

Rakıyı buzlu seven huysuz ihtiyar, bu konuya girdiğine pişman olmuştu.. Belli ki saçmalayacaktı dostu.. Ancak diğeri, düşündüklerini eski dostunun anladığı dilden anlatmayı iyi biliyordu:

-Her futbolcu, her maçı 90 dakika boyunca oynayabilir mi?
-Eğer maç içinde çok yorulursa oynayamaz..
-Oyundan çıktıklarında ne olur?
-Oyuna daha dinç, daha taze biri girer onun yerine..
-İşte öyle.. Futbolu bırakmıyor aslında hiç kimse.. Yorulanlar oyundan çıkıyor, yerlerine dinç olanlar giriyor.. Eğer insan ne kadar çok koşarsa oyun sırasında, o kadar erken çıkması gerekiyor sahadan.. Yerini kendinden daha taze birine devrediyor..
-Peki, oyundan çıktığımız zaman bize ne olacak?
-Ne olabilir? Yedek kulübesinden oyunun devamını seyredeceğiz..

8 Ekim 2010 Cuma

Diğer O

"Yanımda mısın?" diye sordu.. Elbette öyleydi, çoğu zaman hiç yalnız bırakmamıştı onu.. Bu sefer de öyle olacaktı.. Birlikte çıkacaklardı yürüyüşe, birbirlerinin adımlarını tamamlayacaklardı..

Kafasını saçaktan dışarı uzattığı anda yağmurla buluştu.. Bedenini öfkeli bir kuş gagalıyormuşcasına yağıyordu yağmur.. Şemsiyesine davrandı hemen, "o"nu ve kendisini öfkeli kuşlardan korumak için.. Yürüyordu.. Önceden belirlenmiş hiçbir şey yoktu kafasında.. Belli bir rota, belli bir amaç, belli bir süre.. Hiçbirinin önemi yoktu.. Önemli olan "o"nunla birlikte olmaktan aldığı hazzı uzatmaktı, adımlarında "o"nun ritmini hissedebilmekti.. Aşiyan mezarlığının arkasındaki bayırı takip ederek, ayakta durmak konusunda zamanla inatlaşan ahşap köşklerin arasından Hisar'a indi..

Sonbahar iyiden iyiye yerleşiyordu İstanbul'a ve bu mevsimi keyifli hale getiren şey, "o" yanındayken hiç bilmediği sokaklarda kaybolmak, sonra da bir şekilde sahile inebilmekti.. Tek başına, sağanak yağmurun altında onu gören taksiciler yavaşlardı muhtemel müşteri gördükleri için.. Ama o sevmezdi yağmurdan ayrılmayı.. Bazen ne kadar kızsa da yağmura, sonuçta yine kendini sokaklara atardı yağmur yağarken.. En sevdiği hava, yağmurun arkasından gelen serin, ferah havaydı; en sevdiği koku, yağmurun arkasından gelen toprak kokusu..

Yürüyüşü bitirip eve geldi.. Deniz havası almak iyi gelmişti ama yorgundu.. Bir an önce battaniyenin altına girmek istiyordu.. Bu da artık "o"ndan ayrılma vakti demek oluyordu.. Battaniyenin altına girdi, hemen daldı uykuya.. Kulaklarında hala "o"nun sesi vardı..

5 Ekim 2010 Salı

Zararlı gıdalar

Geçenlerde bir arkadaşımla yolda yürüyorduk.. Dünyadan habersiz bir biçimde, hiçbir şeyi umursamadan annesinin etrafında oynayan bir çocuk gördük.. Arkadaşım lafı ortaya bıraktı:

-O yaşa dönmek ister miydin?
+Hayır.. Bence her yaşın yaşanması gerekiyor.. Hepsi ayrı güzel, o yaştayken o yaş güzel geliyordu, şimdi bu yaş güzel geliyor..
-Garip.. İnsanların çoğu evet diyor bu soruya..
+Evet.. "İnsanların çoğu"..
-Doğru ya, senden bahsediyoruz..

Gerçekten haklı.. Ben de dikkat ediyorum, etraf tekrar çocuk olmak veya tekrar öğrencilik yıllarına dönmek için sırada bekleyen insanlarla dolu.. İnsanlar dertten, tasadan izole bir yaşam peşindeler.. "Azıcık aşım, kaygısız başım" diyen ataların torunları farklı düşünmeyecekti elbette..

Bu konu üzerine biraz kafa yorunca bir benzerlik keşfettim.. Benzerlik yemekler ve hayat arasında.. Tadını çok sevdiğimiz, yemekten çok zevk aldığımız yiyecekler genelde sağlık için çok da faydalı değildir.. Kocaman bir dilim baklavayı çok da gönül rahatlığıyla yiyemez insanlar.. Gönül rahatlığıyla kendini yediren bir sebze yemeği de çoğu insan için(istisnalar elbette var) o kadar keyifli değildir.. Yaşamaktan en çok keyif aldığımız anlar da, genelde sıkıntılı günleri takiben gelir.. Eğer baştaki sıkıntıyı göze alıyorsan, devamında hayat sana tatlıdır.. Dertten, sıkıntıdan kaçıyorsan, belki canın yanmaz ama olduğun yerde saymaktan öteye de gidemezsin..

Şu ara bir örneğini yaşıyorum.. Uzun zamandır hayalini kurduğum İskandinavya turuna çıkıyorum kasımda.. Yine vize alma işlemleri üstüme üstüme geliyor.. Saçma sapan prosedürler, ağır bürokrasi, suratsız konsolosluk görevlileri.. Bunların düşüncesiyle ne zaman bunalsam, bindiğim uçağın iniş takımlarının Stockholm'e ilk temas ettiği anı hayal ediyorum, bütün sıkıntı geçiyor.. Bu sıkıntı ne kadar fazla yaşanırsa, sıkıntıdan sonra yaşadığın anın kıymetini o kadar fazla biliyorsun gibi sanki..

O yüzden, zararlı şeyler yemekten korkmasın kimse.. Bir şekilde ondan kurtuluyorsun, aldığın haz yanına kâr kalıyor..

3 Ekim 2010 Pazar

Soru

Beni şahsen tanıyanların iyi bildiği bir şey var; özel günlere çok önem veririm.. "Özel gün"den kastım anneler günü, babalar günü, dedeler günü değil.. Gerçekten "özel" günler, yani kişiye veya kişilere özel günler.. Örneğin; doğum günleri, yıldönümleri.. Çoğu yakın arkadaşımın, ailemdekilerin doğum günlerini, yıldönümlerini ajandaya ihtiyaç duymadan kutlayabiliyorum.. Bu bir..

Çok sevdiğim bir yazı var.. E-postalarda gönderilmekten artık epey meşhur oldu.. Ama tipik bir "fwd: oha çok komik!!!!1" yazısı değil.. Bence oldukça anlamlı.. Bir yerinde şöyle bir cümle geçiyor: "Understand that friends come and go, but with a precious few you should hold on." Yani; bil ki arkadaşlar gelir ve gider, ama değerli olanlarını saklaman gerekir.. Bu iki..

"Özel" gün kutlamalarında kıstas samimiyet oluyor bence.. Bir insanla ne kadar yakınsak, kutlama o kadar sıcak ve içten oluyor.. Hediye almak gibi maddi göstergelerden söz etmiyorum, ama kutlama tarzlarımız o insanla aramızda olan samimiyeti yansıtıyor.. Gerçekten yakın olduğun ve sevdiğin birinin "özel" gününü kutlamak için onun yanında olursun.. Yanında olman imkansızsa, telefon açıp sesini duymak istersin.. Eğer fazla samimiyetin yoksa veya artık kalmamışsa, diğer yöntemleri denersin.. Bazı arkadaşlar arasında, bu kutlama ritüelleri yıllar geçtikçe olumlu ya da olumsuz yönde evrilir.. Olumlu evrilenler, yılların getirdiği samimiyet sayesinde, iki elleri kanda olsa birbirlerinin yanında olurlar.. Olumsuz evrilenler de unuturlar ve zamanla unutulurlar.. Bu da üç..

Bu üç madde nerede kesişir? Sorum budur.. Süreniz başladı.. Takıldığınız yerleri asistan arkadaşlara sorabilirsiniz..

Not: Bu vesileyle, dün fiziken ya da mesajlarıyla yanımda olan herkese teşekkür etmek isterim..

1 Ekim 2010 Cuma

Ben


Lise sınavlarına hazırlandığım yıllarda matematik dersi aldığım biri vardı.. Yaşı benden çok büyük değildi.. Sürekli idealist kişiliğinden dem vururdu.. Her daim değiştirmek istediği şeyler vardı.. Kavga halindeydi etrafında olup bitenle.. Bense o yıllarda çok farkında değildim dünyanın.. O sınava çalışmak falan bir zorunluluktu benim için.. Hep kendim için çalışmam gerektiği telkin edilse de, ben hep etrafımdakiler sussun diye çalışırdım.. Bir gün o idealist öğretmenle karşılıklı konuştuk.. "Ne için yaşıyorsun?" dedi.. "Değiştirmek istediğin bir şeyler yok mu?" Yoktu.. "Bir şekilde geldik dünyaya, yuvarlanıp gidiyoruz."

Uzunca bir süre de olmadı idealim falan, liseye başladığımda da epey tembeldim.. Ta ki lise döneminin ortalarında siyasetle ilgilenmeye başlayıncaya kadar.. O andan itibaren uzunca süre bir şeyleri değiştirmek zorunda hissettim kendimi.. Başkaları hep yanlış yapıyordu, o yanlışı sadece ben görebiliyordum ve değiştirmeliydim.. En iyi üniversiteye ben girmeliydim, benim gibi düşünmeyen şerefsizlere yar olmamalıydı o kontenjan.. Girdim gerçekten.. Ama girdikten bir süre sonra aslında hayatın başkalarına adamak için fazla değerli olduğunu anladım.. "Vatan-millet için mi çalışmak istiyorum? Ne gerek var?" Bu sorular ardışık olarak geliyordu kendim tarafından, yine kendime.. "En sonunda sana hiçbir faydası olmayacak ki.. Çalışmaktan kemiklerin sızlamış olacak ve sonra ölüp gideceksin.. Sen hayatını yaşamadan yıllarını harcadıktan sonra senin heykelini ülkenin dört yanına dikseler sana ne faydası var? Ya da dünyalar kadar miras bıraksan torunlarına?" Bütün bu düşüncelerin birbirini takip etmesi beni bir sonuca ulaştırdı ve hocamın sorusuna en net cevabı verebilmeye başladım..

-"Ne için yaşıyorsun?"
+"Mutlu olmak için.. Hayattaki en önemli idealim bu.. Keyif almak.."

Üstelik bu konuda son 7-8 ayda resmen evrildim.. Başkalarını çok önemseyen, sıklıkla alıngan, çok katı hırsları olan bir çocuktan; kimseyi umursamayan, hiçbir şey için mücadele etmeye gerek görmeyen bir adama evrildim.. İnsanların hırsları komik gelmeye başladı bana, garantici, korkak tavırlarına çok gülmeye başladım.. Kendim için yapıyorum her şeyi.. Beni mutlu edecek, bana keyif verecek işlerin peşindeyim sadece.. Kimsenin hakkımda ne düşündüğü de zerre umrumda olmuyor artık..

Bugün benim doğum günüm.. Ama bir fark var.. En az 4 sene büyüdüm geride bıraktığım senede.. Kendim için yaşıyorum diyecek kadar gerçekçi ve olgunum artık..

Not: Fotoğraftaki benim.. :)

02.10.2010

30 Eylül 2010 Perşembe

O

Çok beğendiği bir kitap, öykü okuduğu ya da çok beğendiği bir şarkı sözü duyduğu zaman aklına bir soru takılırdı: "Hangi kafayla yazdı acaba?" Kelimeleri ustaca kullanmanın sıradan bir kafayla mümkün olmadığını varsayardı.. "Comfortably Numb" sağlıklı çalışan bir beynin ürünü değildi ona göre, her dinlediğinde öyle geçirirdi içinden..

Başkaları için bunu düşündüğü halde durum onun için hiç öyle değildi.. Çok içtiğinde nasıl yazdığını hiç denememişti.. Gerçekten kafa olarak başka bir boyuta geçtiğinde, klavyede tuşları bile seçemeyecekmiş gibi gelirdi ona.. Bu yüzden, "değişik" kafaların yerine koyduğu bir şey vardı yazdığı zamanlarda..

"O" hem yazmaya teşvik ederdi hem de yazması için cesaret verirdi.. "O" geldiği zaman farklı düşünmeye başlardı.. Çünkü "o"; bir süreliğine de olsa gözlerin hayatın içindeki payını kısardı.. Görme duyuları kısıtlanınca gördüklerini unutur, hissettiklerini hatırlardı insanlar.. Çünkü "o", diğer bütün insanların yorulup kabuklarına çekildikleri, sokakları rahat bıraktıkları andı.. Sokaklar, çıkıp dolaşması için uygun olurdu başka hiçbir derde düşmeden, olduğu gibi.. Çirkin silüetleri örterdi "o".. Sadece görmek istediklerini görürdü sayesinde.. İnsanlar söz birliği etmişlerdi, "o" varken ses çıkarmak yasaktı.. Sadece pati seslerini dinlerdi bazen, bazen "o"nun içindeki sessizliği..

Sonuç olarak yazarken seçtiği kafa "o" olmuştu yıllar boyunca.. "O" geldiğinde, "o"nun gelişini kutlamak için içerdi, ama bütün ilhamı gene de "o"ndan alırdı.. "O" giderken uykuya dalardı, "o" da üstünü örter, kapıyı çeker, çıkardı evden..

28 Eylül 2010 Salı

Şey

Bir tanıdık.. Kim olduğu değil önemli olan, neler söylediği.. Benimkinden farklı bir üniversitede, benimle aynı bölümde akademisyen.. Okul hayatı, gelecek ve kariyer hakkında öğütler sıralamaya başladı bana.. En sevmediğim şey.. Şunu iyi öğren, şunu iyi yap, şuralara başvur, şunu ol... Kızmadım, dinliyormuş gibi yaptım.. En sonunda bir fırsatını bulup; "nasip" dedim öğütleri dursun diye, nasibe, kısmete, kadere hiç inanmadığım halde.. "Nasiple falan olmuyor, onu da söyleyeyim" dedi.. İnsan hayatında gerçekleşen hiçbir şeyin nasiple falan olmadığını muhtemelen en ateşli savunan kişiye söyledi bunu.. Beni fazla tanımadığı için bunu söylemesine de içerlemedim..

Yap, yap, yap... Ol, ol, ol.. Aslında herhangi bir insandan farklı davranmıyordu.. Ne kadar tanıyabildim bilmiyorum ama tanıdığım kadarıyla; insan hayatı bir "şey" olmaya çalışmakla geçiyor.. Bir kere "şey" oldukları zaman da, o "şey"in kendilerine çizdiği kalıbın içine girmek zorunda kalıyor insanlar.. O "şey" zamanla değişebiliyor, olunan "şey" ne kadar büyürse, çizilen kalıp o kadar daralıyor.. İnsanlar artık sahip oldukları sıfata göre yaşamak zorunda kalıyorlar çünkü.. "Şey" olduğun zaman, olduğun "şey"e uygun davranmak zorundasın.. Kadir İnanır, Komser Şekspir filmi için peruk taktığında herkes onu konuştu ve yadırgadı, çünkü o "Türk sinemasının ağır abisi"ydi.. Alişan yıllarca "delikanlı, maço, varoş prensi" rolü kesmişti, oynadığı dizide saçlar sarıya boyanınca herkes güldü.. Çünkü "şey"lerine uygun davranmamıştı.. Hemen geri adım attılar ve kalıplarına geri döndüler.. Bir "şey" olduğun zaman, özgür değilsin..

Benim gelecekte hangi "şey" olmak istediğimi soran tanıdık, şimdi cevap veriyorum.. Hiçbir "şey".. Çünkü, "şey"ime göre çizilmiş kalıba göre yaşamak, o kalıba uygun davranmak istemiyorum.. Nasıl içimden geliyorsa öyle davranmayı, ne ile mutlu oluyorsam öyle yaşamayı, aklıma nasıl estiyse öyle düşünmeyi, "şey"imle kazandığım dünyalar kadar paraya tercih ederim..

23 Eylül 2010 Perşembe

Çeper

Sahip oldukları çoktu.. Bazen kendisi bile nasıl ve ne zaman bunları elde ettiğini sorgulardı.. Kendisi farkında değildi ama hızlı yaşıyordu hayatı.. O hengamenin içinde, hayatının hızlı aktığının bile farkına varamıyordu.. Her sene doğum günü yaklaştığı zaman anlardı bir yılın daha kenara konduğunu..

Hayatının, birden çok katmanı olan bir çeperin içinde geçtiğini düşünürdü.. O çeperin içindeki dünyayla yetinmek zorunda olmayı kabullenemezdi.. Çeperin dışını görmedikten sonra hayatın küçük kalacağını düşünürdü.. Gerçek dünya o çeperin dışıydı ona göre.. Hayatın anlamı çeperin dışındaki bir sandığın içinde, altın bir zarfa konmuştu.. Hayatın anlamı.. Yani bütün insanların ortak merakı.. Aynı zamanda bütün insanların ortak rezaleti.. Hepsi merak ettiği halde, hiçbiri diğerlerini tatmin edecek bir cevap bulamadı.. Çünkü hep çeperin içinde aradılar anlamı.. Ama o, çeperin dışındaki sandıktaydı..

Ne kadar merak ederse etsin, çeperin dışına çıkmaktan da korkardı.. Kendi çeperinin içinde sözü geçiyordu çünkü, başka kimse ses yükseltemezdi onun çeperinde.. Dışarı çıktığı anda bu büyü bozulacaktı.. Belki de diğer bütün insanların çeperlerinin dışındaki o dev boşlukta ses olmayacaktı bile, ağızdan çıktığı anda dağılacaktı, ama bunu düşünmedi hiç.. İktidar, çeperin içindeydi.. Çeperi delmek ve dışarı akmak yerine çeperdeki bazı katmanlardan kurtulmayı düşündü.. Böylelikle çeperi, iktidar alanı, gevşeyecek ve genişleyecekti.. Ancak katmanların hepsinin birbirine bağlı olduğunu unutmuştu, birini çektiği anda bütün çeper dağıldı, rüzgardaki kum taneleri gibi savruldu.. Çeperinin içinde yaşamaya o kadar alışmıştı ki, çeperi dağıldığı anda özgürlük hissetmek yerine korku ve yalnızlık hissetti..

Bir sabah kalktı, hafif ve hızlı bir kahvaltı ettikten sonra hazırlanmaya başladı.. Aynanın karşısında kravatının çok sıkı olduğunu gördü.. Gevşetip genişletmek istedi...

19 Eylül 2010 Pazar

Bir şeylerden kaçana çelme takmak.. (Bölüm 4)

Uyarı! Önceki bölümleri okumadıysanız bu bölümü okumayın, lütfen önce ilk bölüme bakın..

Muhlis'in tek göz fakirhanesinde, loş ışığın altında oturuyorlardı sessizce.. Muhlis korkusundan tek kelime edemiyordu.. Yabancının lütuf gösterip olanları açıklığa kavuşturmasını bekliyordu sabırsızlıkla ve heyecanla.. Yabancı ise sanki inat eder gibiydi, Muhlis'in heyecanlandığını fark ettikçe daha çok ketumlaşıyordu.. İlginin kendisinde olduğunu görüp daha çok şımaran çocuklar gibiydi.. Yabancının uzun bir yolu koşarak geldiği belliydi, soğuk havaya rağmen terlemişti ve sert hırıltılar şeklinde nefes alıyordu.. Zaten odadaki sessizliği sadece bu hırıltılar bozuyordu.. Hırıltılar olmasa bir mezarlıktan farksız olurdu odanın içi..

Bir süre sonra yabancının hırıltıları yavaşladı, kendine geliyordu artık.. Fısıldayarak; "su" dedi.. Muhlis kalktı, etiketi dökülmüş, yamulmuş, çirkin görünümlü bir pet şişe ve bir bardak getirdi.. Yabancı, bardağa dönüp bakmadı, bütün suyu içti şişeden tek seferde.. Muhlis'in su getirmeden önce oturduğu koltuğu işaret etti gözleriyle.. Muhlis yerine geçti ve oturdu, yeniden yabancının ağzına bakmaya başladı, nefes almaktan başka bir işe yarayacaklar diye umarak.. "Kaçıyordun" diye söze girdi yabancı nihayet.. "Benden kaçıyordun, oysa ki ben sana bir iyilik yapmanın peşindeydim, korkman gereken ben değildim.. Senin için bir şeyler yaptım ama sen benden korktun, karşılığı bu olmamalıydı.." Muhlis, bir insanı öldürmenin kendisi için nasıl bir iyilik olduğuna anlam veremedi, cümlelerin devamını bekledi, hala tedirgindi.. "Eğer onu karanlığa gömmemi istemeseydin bana yardım etmezdin, sen yakaladın, ben bıçakladım.. Onu kendin öldürmeye cesaretin yoktu, hep başkalarının onu senin adına bitirmelerini istedin.. Cesur davranamadın.. En sonunda sana yardım ettim.. Ama sana yardım etmemi içten içe o kadar istemişsin ki onun ölümüne giden yolu sen açtın.. Onu tutup, bana teslim ettin.. Başardın sayılır aslında, en azından yakaladın onu, çoğu insan bunu da beceremez.. Ben kovalarım, ben yakalarım, ben bitiririm.. Benden kaçışını seyrederler uzaktan, müdahale etmezler.. Üstelik onları kurtardığım için bana teşekkür etmezler.. Çoğu zaman farkında bile olmazlar.. İlk defa kendi başlarına nefes aldıklarında anlarlar onlara nasıl bir iyilik yaptığımı, teşekkür etmezler yine de.. Onlar için çalıştığımı bilmezler çünkü.. Ama sen biliyorsun.. Senin için yaptığım fedakarlığı biliyorsun.. Artık özgürsün.."

Amele pazarına giden yolda belediye ekipleri iş üstündeydi.. Pazara varmalarına az bir vakit kalmıştı ki kamyoneti kullanan şoför çukuru fark etmedi.. Patlak lastiği olan eski model bir kamyonet ve bir kamyonet dolusu Muhlis yolun ortasında kalmışlardı..

Nokta

7 Eylül 2010 Salı

Bir şeylerden kaçana çelme takmak.. (Bölüm 3)

Uyarı! Önceki bölümleri okumadıysanız bu bölümü okumayın, lütfen önce ilk bölüme bakın..

Bir süre siyah pardösülünün kaçtığı boş sokağı seyretti Muhlis.. Ağzını açamadı korkudan.. Bağırmak için ciğerlerinde topladığı nefesi tekrar göğsünün içine bıraktı.. Soğuk hava kendine getirdikten sonra, ayaklarına kan bulaşmasın diye geri geri birkaç adım attı.. Sonra sokağın karşısına geçti ve olaydan önceki yoluna devam etti.. Eve girer girmez yattı yatağına, ne yemek yedi, ne üstünü değiştirdi, ne sobayı yaktı.. Bir an önce uykuya dalmak istiyordu.. Kendince planlar yaptı.. Uyandığında gün ağarmış olsa bile evden çıkmamaya karar verdi.. Birkaç gün gitmeyecekti amele pazarına, bugün kazandığı yevmiye ile idare etmeye çalışacaktı olanları unutana dek.. Kendisinin unutması yeterdi onun için.. Zira kimse görmemişti olanları, kendisinden başka kimseden saklanmasına gerek yoktu.. Kendisinden de asla kaçamayacağına göre en iyisi birkaç gün inzivada kalmaktı.. Bütün bunları düşünürken uyuyakaldı Muhlis.. Tozlu battaniyesine sımsıkı sarınmıştı, hem soğuktan, hem de çaresizliğinin bıraktığı korkudan..

Birileri kapıyı çalıyordu Muhlis uyandığında.. Kapı çalındığı için mi uyanmıştı Muhlis yoksa uyandığı için mi kapıdaki parmakları duyabiliyordu anlamadı.. Kapıyı çalan her kimse, Muhlis'ten başka kimsenin duymasını istemiyordu belli ki.. Polis değildi, polis olsa kıracak gibi çalardı kapıyı.. Bu gelen tıkırdatıyordu sadece, etraftakiler Muhlis'in evindeki hareketliliği fark etmesinler istiyordu.. Muhlis tedirgin oldu, açmak istemedi kapıyı.. Böyle bir olayın ardından, bu saatte kapıya gelen kişi hayra alamet olamazdı.. Soğuk soğuk terliyordu Muhlis.. Bekledi ki kapının önündeki vazgeçsin, Muhlis evde değil zannetsin.. Ancak vazgeçmedi, inatla kapıyı tıkırdatmaya devam etti kapıdaki.. Muhlis'in evde olduğundan şüphe etmiyordu.. Muhlis çaresizce kalktı yerinden, ayak sesi yapmamaya özen göstererek kapıya doğru yürüdü.. "Kim o?" dedi.. Cevap gelmiyordu meçhul şahıstan, ancak kapı çalınmaya devam ediyordu aynı ısrarla.. Muhlis sadece gözlerine yetecek kadar araladı kapıyı.. Dışarıdakini görmesiyle kapıyı kapatması arasında sadece saniyeler vardı.. Düşüp bayılmamak için zor tutuyordu kendini, zor duruyordu ayakta.. Kalbinin daha önce bu kadar hızlı çarptığını hiç hatırlamıyordu.. Kapı artık daha hızlı ve daha ısrarlı çalınıyordu.. Mecburen açtı kapıyı Muhlis.. Kapıdaki şahıs müsaade beklemedi eve girmek için..

"Sana bir zararım yok" dedi adam kısık sesle.. Bununla ilgilenmiyordu Muhlis, o tek bir şeye şartlanmıştı.. "Ben bir şey yapmadım, olayla ilgim yok" dedi.. Sesi o kadar titriyordu ki dediklerini seçmek güçtü.. "Var" diye karşılık geldi.. "Sadece seninle olan ilgisini bilmiyorsun.. Bu boku beraber yedik, şimdi de beraber temizlemek zorundayız.."

Devamı var....

5 Eylül 2010 Pazar

Bir şeylerden kaçana çelme takmak.. (Bölüm 2)

Uyarı! İlk bölümü okumadıysanız bu bölümü okumayın, lütfen önce ilk bölüme bakın..

Mesaisi başladı Muhlis'in.. Artık adından da iyi biliyordu yapacağı işleri.. Mantığının çok fazla çaba sarf etmesi gerekmiyordu yapacağı işleri düşünürken, çaba sarf edecek olan kollarıydı.. Bütün gün canı çıkana kadar çalıştı yuvasında.. İskele kurdular Muhlis'in ilk gününde, Muhlis ve yuvasını paylaştığı arkadaşları.. İskelenin her bağlantısına emek verdi Muhlis, her tahtasında ayak izi vardı.. Çok çalışkandı, işten kaçmazdı, terini akıtmayı severdi yuvasına..

Mesai bitti karanlık yaklaşırken, yevmiye vakti gelmişti Muhsin ve arkadaşları için.. Güneş karanlığın üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırken başlayan gün, karanlık durumu lehine çevirirken son buluyordu.. Akıttığı terin, verdiği emeğin karşılığının ödenebildiğine inanırdı Muhlis, şükrederdi aldığı paraya her daim.. Aldılar paralarını ustalarından, o ve arkadaşları.. Onları inşaata getiren kamyonet şimdi geri götürecekti amele pazarına, oradan herkes dağılacaktı varoşuna.. Herkes başının çaresine bakacaktı yani.. Mesai bittikten sonra birbirlerinin yaşadıkları sefaletle ilgilenmiyorlardı, herkes aşağı yukarı aynı sefalete katlanmak zorundaydı.. Katlanmak.. Tam olarak buydu yaptıkları.. Bir sebepten gelmişlerdi dünyaya.. Kendi iradelerinin dışında gelişmişti dünyaya gelme hikayeleri ve şimdi buna katlanmak zorundaydı her biri..

Yevmiyesini aldı Muhlis, sıkı sıkı itti cebinin en altına.. Çaldırmaktan korkardı alın terini.. Gerçi iri adamdı, ondan bir şey çalmak cesaret isterdi çoğu insan için ama korkardı gene, çocuk gibi hissederdi parasını cebine iterken.. Amele pazarına geldikten sonra kamyonetle, aynı yoldan dönmeye başladı Muhlis mahallesine.. Soğuktu.. Sıkı sıkı sarılıyordu paltosuna, nasırlı elleri cebindeydi, boğazını sıkacak kadar sıkı dolamıştı atkısını boynuna.. Ayakları üşüyordu, yazın giydiği ayakkabının aynısını giyerdi kışın, ama yetmezdi o pabuç o soğuğa.. Üstelik tabanı da yırtıktı, yürüdükçe acıtırdı ayaklarını..

Mahalleye yaklaşırken bir gürültü işitti Muhlis.. Etrafta kimse yoktu aslında, mahalleli akşam sofrasına razı olmakla meşguldü.. Merak etti gürültünün kaynağını.. Sonra gürültünün gittikçe kendisine yaklaştığını anladı.. Biraz daha kulak kabartınca anladı ki iki adam koşuyorlar, biri önde biri arkada.. "Gene birileri bir halt etti, adamcağız da kovalıyor hasmını" diye geçirdi içinden.. Her sıradan insan gibi; "kaçan kaçıyorsa, kovalayan haklıdır" diye devam etti iç geçirmeye.. O sırada fark etti koşanları.. Önden koşan kendisine doğru geliyordu, arkasından da başka biri.. Kovalayan adam bir pardösü giymişti kapkara, karanlıkta zor belli oluyordu.. Muhlis ilk önce kaldı yerinde, öndeki iyice yaklaştı.. Hiçbir ses çıkaramıyordu kaçarken, sadece can havliyle nefes alabiliyordu, belli ki artık tükenmek üzereydi kaçan.. Kovalayan ise bağırıyordu devamlı; "tut onu, tut!" Kaçan iyice yaklaşınca kendine, Muhlis uzattı ayağını, yıktı adamı yere.. Adam zaten ölesiye yorulmuştu, kolayca düşüverdi.. Hamle yaptı, tekrar kalkıp kaçmaya devam etmek için.. Topuğuyla yere indirdi onu Muhlis, bastı üstüne.. Adam kaldı oracıkta.. Siyah pardösülü adam yaklaştı, cebinden kocaman bir bıçak çıkardı, yerdeki adamın boynunu boydan boya yardı.. Muhlis'in kanı dondu, gördüklerine inanamadı.. Oracıkta kalakaldı.. Adam tek kelime etmeden geldiği yöne doğru tekrar koşmaya başladı, kısa sürede kayboldu karanlığın içinde...

Devamı var....

2 Eylül 2010 Perşembe

Bir şeylerden kaçana çelme takmak.. (Bölüm 1)

Kendi halinde bir adamdı Muhlis.. Adı gibiydi, muhlisti.. Her akşam, karnının doymasına şükrederdi.. Şaşırırdı çünkü karnının doyduğuna, şaşılacak işti.. Kahvaltıyı sevmezdi pek, yine de güneşten önce uyanırdı.. Erken kalkmaya alışık olsa da, 5 dakika olsun daha fazla uyumak tatlı gelirdi.. Derme çatma evinden çıkmadan evvel bir kuru lokma ekmek, bir parça beyaz peynir.. O kadar işte, daha fazlasına ihtiyaç duymazdı.. Evden çıktıktan sonra başlardı arşınlamaya sokakları.. Kışın çamurlu, yazın tozlu.. Amele pazarına giderdi her sabah, kargalar henüz açken..

Mahalle aralarındaki evlerinin daracık camından etrafı süzüp koca arayan kenar mahalle dilberleri gibiydi amele pazarında; o günkü yevmiyesini ödeyecek işvereni beklerdi.. Güçlü adamdı, her iş gelirdi elinden, amelelerin dilberiydi yani.. İşi gerçekten bilen işveren ilk onu seçerdi amele pazarının yeni güneş görmüş hengamesinde.. Çeşit çeşit işveren gelirdi pazara, kimisi gerçekten işi bilirdi, kimisi kazanacağı parayı düşünmekten işi öğrenmeye fırsat bulamazdı.. İşi bilen adamı ilk görüşte tanırdı Muhlis, işi bilen adam da onu.. Zaten hep böyle yürürdü bu işler, parayı düşünmekten işi öğrenmeyen adamlar batmaya mahkum olurdu nihayetinde.. Kimin iyi amele, kimin iyi usta olduğunu bile anlayamazladı çünkü.. İyi amele, iyi usta olmadan yürümezdi işler.. Vasıfsız denirdi onlara hep, ama işi bilen müteahhit vasfını bilirdi onların.. O kafayla gelirdi pazara.. İşi bilen işveren gözünün ferinden anlardı çalışkan insanı.. Bu yüzden hep işten anlayanlar seçerdi Muhlis'i.. Taşı sıksa suyunu çıkaracağı anlaşılırdı duruşundan Muhlis'in..

Her sabahki gibi geldi pazara Muhlis.. Aynı saatte, aynı yollardan, aynı tütünü tüttürerek, kafasında aynı düşüncelerle.. Dün son defa çalışmıştı son 3 aydır çalıştığı inşaatta.. Bugün yeni bir kamyonet bekleyecekti, onu alıp yeni yuvasına götürecek olan.. Yuvası olarak görürdü çalıştığı inşaatları.. Muhlisler işlerini bitirip çıktıktan sonra inşaattan, o inşaatlar güzelce boyanır, içleri döşenir gerçek birer yuva olurlardı şanslı insanlara.. Bitmiş, boyanmış, döşenmiş konutta yuva sahibi olamayacağını bildiği için Muhlis, kaba inşaatı yuvası bellerdi.. Tıpkı doyan karnına şükrettiği gibi akşam, sabah inşaata varınca yeniden şükrederdi.. O inşaat, onun yuvası, o akşam da karnının doyacağının habercisiydi..

Devamı var....

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 11: Sezon Finali)


Sabaha karşı vardım Frankfurt'a.. İşe erkenden gitmeye meraklı Almanlar bile uyanmamıştı henüz.. Tren seferleri yoktu.. Bu turdaki son gecemi geçireceğim hostele ulaşmak için binmem gereken metro da.. Oturdum istasyonda bir köşede, metroların açılmasını bekledim.. O arada istasyondaki büfeler açıldı, işe gidenlere hizmet için.. Sonra vardım hostele.. Tabii ki yerleşemiyorum henüz, kimse boşaltmak zorunda değil çünkü odasını o saatte.. Kıvrıldığım bir köşede dergileri inceledim resimlerine bakarak.. Kahvaltı ettim, şansıma yine ikramdı.. İnternete girdim.. Ben bütün bunları yaptıktan sonra Frankfurt yeni yeni canlanıyordu.. Aslında hiç planlarımda olmamasına rağmen Frankfurt'u arşınlamaya başladım..

Enteresan bir şehir Frankfurt.. Zaten gittiğim hangi şehir için bu tabiri kullanmadım ki? Bütün şehirler enterasandır.. Hepsi birbirinden farklıdır çünkü, bütün şehirler eşsizdir.. Bugünkü Frankfurt'un hikayesi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra başlıyor.. Savaşın sonlarına doğru Amerikan ordusu dümdüz ediyor Frankfurt'u.. Frankfurter'ler de hiç uğraşmıyorlar onarmak için, sıfırdan başlıyorlar şehri inşa etmeye.. Sanki öyle bir şehir daha önce hiç olmamışcasına.. Küçük bir bölgeyi onarıyorlar aslına uygun olarak, sadece hatıra için.. Savaşın, nefretin kötülüğünü hatırlayabilmek için.. Geri kalan her yer modern bir şehir haline getiriliyor.. Bugün Frankfurt, Avrupa finansının, Euro'nun başkentidir.. Avrupa Birliği Merkez Bankası ve Almanya Merkez Bankası Bundesbank dahil, pek çok banka ve şirket merkezi Frankfurt'tadır.. Kısaca, Euro'nun şehridir.. New York ve Londra'dan sonra dünyanın en önemli 3. para merkezidir.. Çok fazla anım yok Frankfurt'ta, zaten turistten çok yatırımcılara hitap eden bir şehir.. Güzel bir nehir kenarı düzenlemesi var, insanların spor yaptıkları.. Garip değil mi? Avrupalılar nerede su birikintisi bulsalar etrafını topluma açıyorlar spor yapsınlar, kitap okusunlar, manzarayı seyretsinler diye.. Bizim koskoca Boğaz'da koşacak yerimiz yok küçücük parkları saymazsak..

Bir gezi böyle noktalandı işte.. Bütün bu hikayelerin sonunda kimseye şunu yapmayın, bunu yapın diye tavsiye verecek değilim.. Backpacking çok kişisel bir özgürlük.. Tam anlamıyla özgür olmak bence.. Rezervasyonlara, tren saatlerine, otellere çok kulak asmayın o yüzden.. Nasıl yaşamak istiyorsanız öyle yaşayın.. Her şey size bağlı olsun, siz hiçbir şeye ve hiç kimseye bağlı olmayın.. Bütün amacınız mümkün olduğunca farklı şeyler denemek olsun.. Farklı yerler, farklı tatlar, farklı kokular, farklı insanlar, farklı iklimler, farklı kültürler.. Farklı, farklı, farklı, farklı.. Hepsi bu!

SON

29 Ağustos 2010 Pazar

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 10: You guys wanna smoke?)


Krakow'dan ayrılması zor oldu.. Ayaklarımız geriye bakıyordu hostel-istasyon arasındaki yolda.. Hani annesiyle marketi gezerken oyuncak reyonunun önünden hızla geçmek zorunda kalan çocuklar olur ya, bir oyuncak reyonu gibiydi Krakow, biz de annesinin elinden tutmuş çocuklar.. Sırada Prag var.. Sabah çok erken saatlerde vardık Prag'a.. Budapeşte'den sonra yine büyük bir şehirdeyiz.. Öyle ki, hostele ulaşmak için önce şehrin metro ağını çözmemiz gerekiyor.. Biraz sancılı bir süreç oldu hosteli bulmak.. Bulduğumuzda da bir sürpriz karşılıyordu bizi.. Giriş yapabilmemiz için öğleden sonra 2'yi beklememiz gerekiyormuş.. Ne yapalım biz de Prag turu yapar öyle yerleşiriz dedik, attık çantaları emanete.. Tam çantalardan kurtulmuş, çıkmaya hazırlanıyorduk ki Krakow'dan sonra bu hostelde de sabahları kahvaltı ikram ettiklerini öğrendik.. Yüzler güldü tabii ki.. Madem ısrar ettiler, kahvaltıya kalalım, kırmayalım onları diye düşündük..



Kahvaltıdan sonra çıktık hostelden.. Bu kez metro ağıyla işimiz yok, çok sağlam tüyolar aldık Prag ulaşım sistemiyle ilgili.. Hostelin 100 metre ilerisinden tramvaya biniyoruz, direkt tarihi Prag'ın içindeyiz.. Bunu öğrendiğimiz iyi oldu, bu tüyoyla ilerleyince hiç de karışık değilmiş Prag.. Üstelik kimse bilet falan da sormadı bu kadar tramvay kullanımında.. Prag'daki bu ilk gün turumuzda hedef Prag Kalesi ve Katedrali.. Tıpkı Krakow gibi, kale ve katedral yan yana.. Aristokrasi, teokrasi el ele.. Al sana skolastik Avrupa.. Avrupa'ya ne olduysa rönesans, reform, sanayi devrimi üçlüsünden sonra oldu zaten.. Neyse, bu başka bir yazının konusu olsun.. Biz Prag'dan konuşmaya devam edelim.. Kafka'nın, gotik mimarinin şehri.. Kısaca, kuleler şehri Prag.. Kale ve katedrali gezdikten sonra; sadece bir kişinin geçmesine izin veren, bu yüzden biri yürürken karşı tarafta bekleyene kırmızı ışık yanan Avrupa'nın en dar sokağı, Kafka Müzesi, ki kendisi Kafka'nın doğduğu evdir, ve Charles Bridge de gezildi, ilk gündüz turu tamamlandı.. Sırada Prag gece hayatı var.. Prag gece hayatı şöyle özetlenebilir: Erotik gösterilerin yapıldığı kumarhaneler, sizi bunlara çekmeye çalışan, "gel abi, erotik şov var"cı zenciler ve adım başı size sessizce yaklaşan; "you guys wanna smoke? I got good stuff"cılar.. Bunlarla ayak üstü pazarlık çok rahat oluyor, biraz kendine güvenen bir ses tonuyla 1000 Koruna(40 Euro)'dan başlayan pazarlığı 400 Koruna(16 Euro)'ya sonlandırabilirsiniz.. Geceniz hayrolsun.. :)



Ertesi günün hedefi Prag'ın tarihi merkezi.. Kulelerin ortasında kalmış meydanı ve o meydanın üzerinde dikelen saat kulesi.. Saat kulesinin ilginç bir özelliği var: Her saat başı saatin etrafındaki yuvalardan kuklalar çıkıyor ve kulenin çanlarını onlar çalıyorlar.. Dolayısıyla her saat başı kulenin etrafında bir kalabalık toplanıyor, bu "minik" gösteriyi izlemek için.. Kulenin tepesinden Prag manzarasını izlerken bizim bu durumdan haberimiz yoktu.. Bizim için toplanan öfkeli kalabalık zannettik biz o kalabalığı.. Tek amaçlarının kuklaları seyretmek olduğunu fark edince, biz de onların arasına karıştık.. (Yazının altında bu gösteriye dair bir video bulacaksınız, şekil bozukluğu için özür dilerim..)



Prag'daki 3. günde yoldaşımla yollarımız ayrıldı, o Viyana'ya bir arkadaşını ziyarete gidecek, bense yarım gün daha Prag'da kalıp sonrasında rotamın son noktası olan Frankfurt'a gideceğim.. Frankfurt biraz zorunlu bir son durak oldu.. Kürkçü dükkanına, Türkiye'ye bulabildiğim en ucuz uçak oradandı.. Bir günlüğüne Frankfurt'u gezmek için zamanım var, sonrasında dönüş.. Prag'da tek başıma kaldığım yarım günde, diğer şehirlerde de yaptığım gibi ara sokaklar keşfine çıktım.. Bir şehri gerçekten hissedebilmenin tek yolu: Birkaç saatliğine de olsa kendinizi turist olarak görmeyi bırakıp, doğma büyüme oralı gibi hissetmek.. Sonra o da son buldu, ben yine istasyonda, bu sefer Frankfurt treni için...





(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
10. bölümün sonu...

26 Ağustos 2010 Perşembe

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 9: Bize eşlik eden sanat eserleri!)


Bir gece önce boşaldıkça doldurulan vodka shotlar ve onları ısrarla dolduran sıcak kanlı Polonyalı kardeşlerimiz sağolsun, akşamdan kalma vaziyetimizle bir Krakow sabahına uyandık.. Hostelimizin sabahları kahvaltı ikramı vardı, biz de akşama kadar idare edecek kadar gıdayı depoladık mideye ve vurduk kendimizi sokaklara..

Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturmak isterim, Polonya çok ilginç bir ülke.. Sanat eserleri sokakta, sizinle birlikte dolaşıyorlar ve genelde beyaz tenli, uzun boylu, mavi gözlü, sıcak kanlı, çok bakımlı oluyorlar.. Krakow'da, etraftaki sanat eserlerine bakmaktan düz yolda yürüyemediğimiz zamanları hatırlar, duygulanırım zaman zaman.. Neyse, bu bahsi kapatalım..



Krakow, gördüğüm ya da gezdiğim şehirler arasında rahatlıkla ilk 5'e oynar.. Muhteşem bir şehir planı.. Tam ortada şehrin tarihi merkezi, onu çevreleyen yemyeşil bir park, bunları saran tertemiz bir şehir.. Bir bakıma Polonya'nın İstanbul'u.. Polonya'nın şu anki en büyük şehri olmasa da, yaklaşık 600 sene Lehlere başkentlik yapmış, sonrasında da kayda değer Yahudi nüfusu ve Auschwitz'e yakınlığı nedeniyle 2. Dünya Savaşı'nın en önemli tanıklarından biri olmuş, kısacası Polonya ve dünya için tarihi önemi oldukça fazla.. Hatta geçtiğimiz aylarda uçak kazasında yaşamını yitiren Polonya devlet büyüklerinin cenaze törenleri Krakow'daki Wawel Katedrali'nde yapıldı, başkent Varşova'da değil.. Wisla nehri, Wawel Kalesi ve Katedrali, yukarıda bahsettiğim sanat eserleri, tarihi meydanı, pazarı, Yahudi gettosu Kazimierz, Schindler fabrikası, tarihi merkezinde dolaşan bisikletli ilkyardım ekipleri ve süslü faytonları, şehri dört baştan ören tramvayları... Hepsi Krakow'u güzelleştiren ayrıntılar..



Krakow'la ilgili daha uzun şeyler yazabilirdim, onun yerine anlattığım diğer şehirlere nazaran daha fazla fotoğraf ekliyorum Krakow'a dair.. Çünkü gerçek bir "anlatılmaz yaşanır" şehri.. Sizi biraz olsun yaşamış hissettirmek istiyorum..






(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
9. bölümün sonu...

24 Ağustos 2010 Salı

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 8: Arbeit Macht Frei!)


Bu bölüme kadar rotamız üzerindeki her şehre bir bölüm ayırmıştım.. İzninizle sıradaki 2 bölümü tek bir şehre adamak istiyorum.. Bütün bu maceraların sonucunda en büyük aşkı hissettiğim yere geldik artık, Krakow.. Ve Krakow'u uzun uzun anlatmam lazım..

Aslında Krakow'u, tıpkı Budapeşte'de yaptığımız gibi, ikiye ayırdık.. Toplam 2 günümüz olacak.. İlk hisse Krakow yakınlarındaki Oswiecim'e verildi, ikincisi Krakow'a.. Başta Oswiecim kimseye duygu aşılamayan bir kelime, ona duygular katan kelime şu: Auschwitz.. İnsanlığın, şerefin, gururun, namusun birkaç yıllığına rafa kaldırıldığı o lanetli kamplar..



Dileyenler için Krakow'dan turlar var Oswiecim'e.. Ancak biz turlara katılmayı tercih etmedik.. Bizim gibi yaparsanız, Krakow'dan yola çıkıp, yaklaşık 1.5 saatlik bir tren yolculuğu yapmanız gerekiyor Oswiecim için.. Bu küçük şehre vardıktan sonra kamplara da yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.. Kamplar diyorum çünkü Auschwitz tek bir kamp değil, ana kamp katliamlara yetmediği için ilave kamplar yapılmış.. Kampı bireysel gezemiyorsunuz, dilinize uygun(Türkçe yok) gruplara katılıyorsunuz ve sizi bir rehber gezdiriyor, bence çok mantıklı bir uygulama.. Ana kampı gezdikten sonra da rehberinizle birlikte bir otobüse binip sonradan inşa edilmiş olsa da daha büyük katliamlara şahitlik yapmış Auschwitz 2 - Birkenau'ya geçiyorsunuz.. Tur, kısa bir belgesel-filmle başlıyor.. "Az sonra görecekleriniz için hazır olun" mesajı veriyorlar, çok da haklılar.. Az sonra göreceklerimiz tüyler ürpertici.. Ana kampta genel olarak koğuşlar ve laboratuvarlar var.. Laboratuvarlar, canlı deneklerin üzerinde deney yapmak için.. Ana kampta koğuşları gezmekle başlıyoruz tura.. Rehberimiz, "Arbeit Macht Frei" tabelasının verdiği mesajı açıklıyor önce.. Türkçesi; "Çalışmak özgür kılar".. Böyle bir tabelanın altından geçilerek giriliyor kampa, çünkü orası bir "çalışma" kampı ve "çalışanlar" çok çalışırlarsa özgür olacaklarını zannetmeliler.. Kampa gelenler ilk önce yaşlarına ve sağlıklarına göre ayrılıyorlar, sağlıklı olanlar "çalışma" kampına, sağlıksız olanlar direkt katliama.. Çünkü onların hayatta kalması (Nazi gözüyle) kaynak israfı.. Sonra, kampa gelenlerin üstü aranıyor, değerli, değersiz bütün eşyalara el konuyor, altın dişler sökülüyor ağızdan.. Değerliler Almanya'ya, Bundesbank'a, değersizler de kendi aralarında ayrıldıktan sonra gerekli yerlere.. Koğuşlarda insanlar saman balyalarının üstünde yatıyorlar, çoğu zaman bir ranzada 3 kişi yatacak şekilde ayarlanmış, kimsenin fazla yer işgal etmesine gerek yok.. Koğuşların olduğu binaların bodrumunda işkence odaları var, hepsi farklı amaçlar için düzenlenmiş.. Kimisi o kadar dar ki içine giren mahkumun oturmasına bile elvermiyor, mahkum 24 saat ayakta, aç ve susuz bekliyor.. Kimisinde mahkum 48 saat tek bir ışık kırıntısı bile görmüyor.. Binaların arasındaki avlularda ölüm duvarları var.. Mahkumlar arkadaşlarının kurşuna dizilişini saniye saniye seyretmek zorunda kalıyorlar.. Gaz odalarına, böcek ilaçlarının hammadesini oluşturan kapsüllerden bırakıyorlar, kapsüller oda sıcaklığında katı halden gaz hale geçiyor ve odadakileri öldürüyor.. Nasıl hastalıklı bir düşüncenin ürünü bütün bunlar?



2. durak Auschwitz-2-Birkenau.. Büyük katliamların yapıldığı yer.. O kadar kalabalık bir haldeymiş ki 2. Dünya Savaşı sırasında, bu kampın içinde kocaman bir tren istasyonu var, sadece mühimmat, mahkum ve asker sevkiyatları için.. Ana kamptan farklı olarak burada her şeyin daha büyüğü var.. Sonradan yapıldığı için kapasite kaygısı ön plana çıkmış.. Bir kamptan ziyade, büyük bir şehir var etmişler burada..

Akıl almaz işkenceler yüzünden, işi tuvalet temizlemek olan insanlar işlerini en çok sevenler olmuşlar, çünkü çok kötü koktukları için askerler onların yanına yaklaşmıyorlarmış.. Ölen insanlardan dahi faydalanmayı o kadar kafasına koymuş ki Nazi zihniyeti, gaz odasına gidenlerin saçlarını kazımışlar, sonra o saçları orduya mat imal ederken kullanmak için.. Öldürdükten sonra, yakmadan önce derilerini yüzmüşler, sonra o derileri orduya postal imal ederken kullanmak için.. Alman disiplini burada da var, her şey nizami dizilmiş..



Savaşı kaybedeceklerini anlayınca yakmaya başlamışlar Birkenau'yu, geride hiç iz bırakmamak adına.. Barakalar ahşaptan olduğu için kolay olmuş işleri, binalardan geriye sadece bacalar kalmış, ahşaptan baca yapmaları imkansız olduğu için.. Sonradan ziyarete açmak için aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş bazı barakalar, eski barakaların yerlerini sadece bacalarından anlayabiliyoruz bugün..



Geldiğimiz trenle Krakow'a geri döndük, anlatılanlardan son derece etkilenmiş olarak.. Hostelin barbekü ve vodka shot gecesiydi tesadüf.. Kötü şeyler işitilen bir günün ardından küçük bir teselli gibiydi.. Bir süre sonra vodka shot işi büyüdü, beynelmilel bir içmeceye dönüştü.. Gece biraz ilerleyince kafası güzel biçimde, bir Fransız, bir Katalan, iki İngiliz ile Avrupa-Türkiye ilişkilerini konuşurken buldum kendimi.. Alkollü gecelerin yegane sohbet konusudur ya memleket kurtarma, biz o gece bütün kıtayı kurtardık.. :)



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
8. bölümün sonu...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 7: O Buda, Bu da Peşte!)


Saraybosna'da bir büfede sabahladıktan sonra uyku o kadar çekici geliyordu ki Budapeşte yolculuğumuza dair hiçbir şeyi hatırlamıyorum.. Boş bir kompartımana girdik, karşılıklı 3'er koltuktan oluşan 6 kişilik kompartımanı 2 kişi işgal ettik.. Sadece, birkaç saat arayla uyanıp görevlilere bilet gösterdiğimiz anları hatırlıyorum..

Akşama doğru Budapeşte'ye vardık.. Floransa, Venedik, Dubrovnik, Mostar, Saraybosna gibi butik şehirlerden sonra yeniden büyük ve karmaşık bir şehre gelmek ilk başlarda zorladı bizi.. Bu şaşkınlık yüzünden hostele varmamız akşamı buldu.. Ancak bütün gün uyumuş olmanın verdiği dinginlikle Budapeşte turumuza geceden başladık.. Budapeşte'nin İstiklal Caddesi olarak betimlenebilecek bir caddeye gittik, hafta içi olmasından ötürü mekanların fiyatları hiç de fena değildi.. 1 litre bira 3 Euro'ya içilebiliyordu, biz de kaçırmadık..



Budapeşte, aslında Buda ve Peşte olmak üzere, sınırları Tuna nehri ile ayrılan iki şehirden oluşuyormuş 1873'e kadar.. Sonradan iki şehri birleştirip, tek ve büyük bir şehir yaratmaya karar vermişler, ortaya Budapeşte çıkmış.. İyi ki de çıkmış, çok da güzel olmuş.. Bu karar, Tuna nehrini sınır olmaktan çıkarıp, bir şehrin güzelliği haline getirmiş.. İki şehir daha da kaynaşsın diye 3 de güzel köprü kurmuşlar Tuna'nın üzerine.. Köprüleri yaparken de ince düşünmüşler üstelik, "köprüyü yapalım, taşıtlar geçsin yeter" dememişler, "köprüyü yapalım, Tuna daha da güzel olsun" demişler belli ki.. Budapeşte'de 2 günümüz var, düşündük ki adil dağıtalım, ilk gün Buda'nın olsun, 2. gün Peşte'nin.. Buda'da kesinlikle görülmesi gereken bir Buda Kalesi var.. Zaten bu kalenin yanına sonradan bir de saray eklenmiş.. Kısacası Budapeşte aristokrasisinin kalbi Buda Kalesi'nde atıyor.. Kaleye gitmeden önce şehre tepeden bakan özgürlük anıtını ziyaret ettik.. Burası şehre tepeden bir bakış sağladığı için size nerelere gitmeniz konusunda çok iyi fikir veriyor, manzarası da muhteşem.. Tuna'yı üzerindeki 3 yoldaşıyla beraber görebiliyorsunuz.. Buda Kalesi'nde gezimiz erken bitince, günün geri kalanını Buda'dan alıp Peşte'ye vermek icap etti.. Hedefimiz Peşte'deki, inanılmaz güzel Budapeşte Parlamentosu.. Zaten kale ve parlamento birbirleriyle karşılıklı ve Tuna üzerindeki köprüler yaya trafiğine açık, kaleden parlamentoya gitmek zor olmadı o yüzden.. Parlamentonun içini gezmek belli saatlerde, rehber eşliğinde mümkünmüş, bizim şansımız olmadı.. Ama zaten dışı yeterince etkileyiciydi..



İkinci günümüze Peşte'den başlıyoruz.. Opera binası, Kahramanlar Meydanı, Peşte kalesi, Peşte parkı.. Peşte'nin de Buda'dan aşağı kalır yanı yok güzellikte.. Peşte Kalesi diğer taraftaki muadili kadar ünlü ve büyük değil, görünüş olarak çizgi filmlerde gördüğümüz kaleleri andırıyor.. Hayal gücünüz yeterince kuvvetliyse, her an pencereden Rapunzel çıkabilecekmiş gibi bir izlenim yaratıyor insanın üzerinde.. Peşte parkı güzel, büyük ve bakımlı.. Hayvanat bahçesi, çocuk parkı, göleti, basket ve futbol sahaları, yürüyüş alanları ve hatta Budapeşte'nin çok meşhur kaplıcaları.. Böyle bir park, her şehrin şehir olmak için yerine getirmesi gereken bir kriter gibi, insanların güzel vakit geçirmek için ihtiyaç duyduğu şeyler tek bir yerde toplanmış..



2 günü devirdik Buda'da, Peşte'de.. Akşam yine yolculuk var.. Akşam diyorduk oldu akşam, şiirdeki gibi.. İstasyona geldik, yolculuk Krakow'a.. Ancak Krakow'a gidebilmek o kadar riskli bir hale geldi ki yanlış bir hamlede kendimizi Rus gümrük polisine laf anlatırken bulabiliriz.. Zira istasyonda kocaman bir tren var, o trenin vagonları yol üzerindeki istasyonlarda ayrılarak farklı yerlere gidiyor.. Bir kısmı Almanya'ya, bir kısmı Prag'a, bir kısmı St. Petersburg'a, bir kısmı Moskova'ya ve sadece bir tanesi Krakow'a.. Neyse ki o kadar vagon arasından doğru olanı bulmuşuz..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
7. bölümün sonu...