27 Ekim 2011 Perşembe

60

'Haydi' dedi.. 'Atla!'

O an başka bir yerlerdeydi kafam belli ki.. Belki de ona bakıyor ve ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum.. Ne dediğini pek anlamış sayılmazdım.. Güçlükle de olsa 'Nereye?' demeyi akıl edebildim.. 'Söylediklerimi sorgulamanı gerektirecek bir şey mi yaptım?' diye sordu.. Hazırlanmadığım, hatta aşina da olmadığım bir tipte gelmişti soru.. Aslında cevap bekleyen bir soru değildi, sorarkenki tavrından anlamıştım, yine de kendimi cevap vermek zorunda hissediyordum.. Düşündüm.. Haklıydı.. Çekinilecek bir davranışını sezmemiştim.. Biraz garip giyiniyor, biraz garip konuşuyordu.. Ama kötülük beklenebilecek biri değildi, bundan emindim.. Giyim tarzı, bakımlı, tertipli hâli ve asaletiyle bizim çağımızdan olmadığını ilan ediyor ama aynı zamanda sadece 20'lerinde gösteriyordu.. 40'lı yılların bir yerlerinde doğup 60'lı yılların bir yerlerinde yaş almayı bırakmış gibiydi.. Karakteri ise göründüğü yaştan çok daha yukarıdaydı.. Sokağa değmemiş fasih bir İngilizce'yle ifade ediyordu kendini.. Ben bütün bunları kafamdan geçirirken, o çoktan atlamış, arabayı da çalıştırmıştı.. Cevap vermekten vazgeçtim, boyun eğip atladım arabaya..

Tam yılını hatırlamıyorum, doğrusu bilmiyordum da zaten, ama 60'lı yıllardan bir arabaydı bu.. Kocaman bir arabaydı.. Geniş bir gövdesi vardı, arabadan çok bir kayığa benziyordu.. Lastiklerini çıkarıp suya bıraksak belki de yüzerdi.. Göz alıcı bir kırmızı tonundaydı, kuyruğunda beyazları vardı.. Çok güzel bir arabaydı..  Yekpare jantları vardı.. Üstü açıktı..

Arabayı kullanışındaki zarafeti hâlâ unutamıyorum.. O, yola bakarken, ben de ona bakıyordum.. Olağanüstü bir güzelliğe sahipti.. Bir ara, pedalların üstünde olan bitenden habersiz olan düzgün, beyaz bacaklarını süzdüm.. Fark etti gözlerimi, hınzırca kikirdedi.. Sanki ona bakmıyorlarmış gibi yapıp yola kaçtı gözlerim.. Issız bir yola çıkardı ikimizi.. Uzun, dümdüz bir yoldu.. Hayatımda hiç bu kadar virajsız yol görmemiştim.. Sonsuza dek dümdüz uzuyor gibiydi.. Çok geniş sayılmazdı ama zaten boştu, kimsecikler yoktu etrafta.. Yolun iki tarafında upuzun kavaklar vardı.. Büyük, yeşil yaprakları üzerindeydi hepsinin.. Demek ki henüz sonbahar etkisi yoktu ortalıkta.. Arabanın açık tavanından cesaret alıp yüzümüze vuran rüzgarın bizi üşütmemesinden de anlaşılıyordu bu.. Gittikçe hızlandık.. Hayatımda tanıdığım hiçbir genç kadın bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Yeşil yaprakları seçmek zorlaşmıştı artık.. Hızlandıkça, kavaklar; altı griye, üstü yeşile boyalı duvarlar gibi görünüyordu.. Rüzgar gittikçe daha sert çarpıyordu yüzüme.. Hayatımda tanıdığım, herhangi bir yaştan, hiçbir kadın bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Gözlerimi yoldan alıp tekrar ona çevirdim.. Çok dikkatliydi, gözünü bile kırpmıyordu.. Benim nefes almamı bile zorlaştıran rüzgar ona hiç dokunmuyor gibiydi.. Sanki ben üstü açık arabada otururken onun oturduğu yer kapalıydı.. Saçları savrulmuyordu.. Biçimli, beyaz kollarına baktım, bu kadar süratli giden bir arabaya hakim olup olamayacağını düşünmeye başladım.. Hızlandık, hızlandık, hızlandık.. Arabanın üstünden giren rüzgar yönünü şaşırıp arabanın altına girse havalanırdık.. Hayatımda tanıdığım hiçbir insan bu denli hızlı araba kullanmazdı.. Hızı severdim, hızdan korkmazdım ama bu kadarını kaldıramamaya başlıyordum sanki.. Birden yeşil ve gri renkler tümden birbirine karıştı.. Zaten gözlerimi de açık tutamıyordum rüzgardan.. Nefes almak mümkün değildi.. Uçtuğumuzu anladım o anda.. 'Umarım ne yaptığının farkındadır' diye geçti içimden.. Ben gözlerimi kapadım, ciddi ciddi uçtuk..

Nereye indiğimizi anlamam mümkün değildi.. Hiç görmediğim bir yerlerdeydik.. Sorduğum ilk soruya verdiği akıllıca cevapla sorgulamayı bıraktırmıştı bana.. Soramıyordum.. Sakin bir biçimde ilerliyorduk artık, acelesizdik.. Etrafı görmemi istiyordu belli ki.. Kavaklı yol geride kalmıştı.. Etrafımızda eski evler vardı.. Artık insanlar da görüyorduk.. Eski usullerde giyinmiş insanlar vardı.. Diğer bütün arabalar bizim arabamıza benziyorlardı.. Hepsi çok güzeldi; evler, insanlar, giysiler, arabalar, caddeler... Ben hayran hayran etrafı seyrederken durdu araba.. İndik.. 'Bir şeyler içelim.' dedi.. Kayıtsız, şartsız onundum, o ne derse oydu.. Bir bara girdik.. Caddelerdeki güzellik barın içinde de devam ediyordu.. Güzel ve iki dirhem, bir çekirdek insanlar, güzel eşyalar.. Görsel güzellik kulaklara da ulaşmıştı müziklerle.. 60'ların müzikleri çalıyordu boyuna.. Sinatra, Dean Martin, Beatles, Kral... Ve 60'ları 60'lar yapan niceleri..

Benim dilimin kilitlendiğini anlayınca sessizliği kendisi bozmaya karar verdi.. 'Şarkıların sözlerini anlayabiliyor musun?' dedi.. Anlayabiliyordum.. İngilizce anlamakta bir sorun yaşamadığım gibi, bunlar zaten her zaman dinlediğim, alıştığım şarkılardı.. 'Beğendin mi peki?' diye devam etti.. Beğendim.. Delicesine beğendim.. Hep olmak istediğim yerdeydim.. Artık soru sorabileceğimi tahmin ederek konuşmayı yönlendirme görevini devraldım.. 'Niye geldiğimizi merak ediyorum sadece.' dedim.. Yine ustaca bir karşılık geldi: 'Her zaman kendini evime davet ettirmeye çalışmıyor muydun?' Neyi kastettiğini anlamış ve utancın bıraktığı bir yanma hissetmiştim yanaklarımda.. Etrafta ayna falan yoktu ama yüzümün kızardığını anlamam için aynaya gerek duymuyordum o anda.. Utanmamdan tuhaf bir zevk almıştı ama uzatmak da istemiyordu.. Anlatmaya başladı:

'Evimi göstermek istedim sana.. Ait olduğum ve senin de her zaman içinde olmak istediğin zamanları.. Takılı kaldığım, hiçbir zaman bırakamadığım zamanları.. Estetiğin çağı.. İnsanların daha zevkli, daha şık olduğu, binalarını daha güzel inşa ettikleri, şehirlerini daha güzel kurdukları, daha güzel arabalara bindikleri, daha güzel müzikler dinledikleri, birbirlerini daha çok sevdikleri çağ..'

Bir an durakladığında nezaketi elden bırakmamaya özen göstererek lafa karıştım.. Bütün çağları yargılayacak durumda değildim.. En erken 90'ların başından itibaren görüntüler vardı belleğimde.. Ama içinde bulunduğum çağdan zevk almadığım da doğruydu.. Estetiğin, mimarînin, güzelliğin gittikçe önemsiz olduğu bir çağda yaşıyordum.. Güzellik, şıklık; paraya, fiyata, gelire, satın alma gücüne kurban ediliyordu.. Her şeyin güzeli değil, her şeyin ucuzu prim yapıyordu.. Artık, sahip olduklarının güzelliği değil, onları ne kadar ucuza alabildiğin konusu muhabbetlere ev sahipliği yapıyordu.. İnsanlar, güzel oldukları gerekçesiyle eski arabaların koleksiyonunlarını, eski yapıların maketlerini yapmaya başlamışlardı.. Çünkü bir yerden sonra güzel arabalar, güzel binalar yapmaktan vazgeçmişti insanlık.. Daha ucuzunu yapmaya uğraşıyordu artık herkes.. Yine de günümüzün arabaları, geleceğin koleksiyon parçaları olacaktı.. Günümüzün binaları da maket halinde satılacaktı.. Çünkü gittikçe çirkinleşiyordu arabalar ve binalar.. Güzellikten vazgeçmişti insanlık.. 'Tam olarak ne zaman oldu bu?' dedim.. 'İnsanlık ne zaman bıraktı estetiği?'

'Tam zamanını fark edemedim, yine de bir yerden itibaren vazgeçtikleri doğru' karşılığı geldi.. 'Öyle bir an geldi ki güzelliğin yerini maliyet takıntısı aldı.. İnsanlar ucuza üretmeyi saplantı haline getirdiler.. Ucuza üretelim, ucuza alalım, ucuza yapalım, çabuk çöpe atıp yenisini alalım mantığı hakim oldu her yere.. Güzellik bir kenara kondu.. Bütün bunlar; eşyalara, şehirlere, evlere, şarkılara kadar sirayet etti.. En son payı da insanlar kendileri aldılar.. En çok da onlar ucuzladılar, ucuzladıkça çirkinleştiler.. Sevmek yerine tüketmeye başladılar.. Arabalarını, eşyalarını, evlerini seven insanlar kayboldu ortalıktan.. Tüketmeye başladılar sahip oldukları her şeyi.. Tabii ki sevdikleri insanlar da etkilendi bu gidişattan.. İnsanlar birbirlerini sevmeyi de unuttular.. Birbirlerini de tüketmeye başladılar.. Şarkılar gittikçe çirkinleşti.. Onlar da birkaç kez dinlendikten sonra sıkılınan nesneler oldular.. Güzel şarkıları yapanlar birer birer çekilmek zorunda kaldılar sahneden.. Bütün meydanlar tüketenlere kaldı..'

Uzun zamandır dinlemeye ihtiyaç duyduğum bir tirada şahit olmuştum.. Hiç ayrılmak istemiyordum buradan.. Doğduğum çağ ne olursa olsun, benim ait olduğum, daha önemlisi, ait hissettiğim çağ buydu.. Estetiğin önemli olduğu çağ.. Güzelliğin ucuzluğa kurban olmadığı çağ..

Elimdeki kadehe baktım.. Ne kadar içersem içeyim azalmıyordu.. 'İçkiler bile tükenmiyormuş!' dedim.. Bunu aslında içimden söylemek istemiştim ama isteğimden farklı olarak ağzımdan dökülmüştü sözler.. 'Sen ne zaman istersen o zaman biter bardağın' dedi.. Yine o bilge tavrı vardı üstünde.. Birden müziğin sesi yükseldi.. Hayır, müziğin sesi yükselmemişti.. Dışarıda bir yerlerden, daha yüksek sesle, yine 60'lara ait bir melodi geliyordu.. O müzik, bardaki müziğin sesini bastırıyordu.. Müziğin kaynağını merak ettim ama o kaynağa gitmemek için direndim önce.. Bulunduğum ortama bayılmıştım, oradan ayrılmak istemiyordum.. Sonra büyülenmiş gibi kalktım, dışarı doğru yürüdüm..

Barın dışındaki verandaya bırakılmış bir cep telefonu buldum.. Bu çağa ait değildi kesinlikle, geldiğim çağın bir parçasıydı, o çağın en tahammül edilemez ayrıntılarından biriydi.. Müzik sesi ondan geliyordu.. Üzerinde kocaman bir puntoyla "7:00" yazıyordu.. Uyandım.. Fiziken uyanmasam da duruma uyandım.. Üzüldüm.. Masalın sonu gelmişti.. Masalın sonunu falan istemiyordum.. Geri dönüp bardağımı bitirmek istiyordum.. Hani ben ne zaman istersem o zaman biterdi? Ben bitsin istememiştim.. Dahası, bitirmemiştim.. Dışarı baktım son bir umutla.. Bir inşaat yükseliyordu, maliyet kaygısıyla yükselen çok çirkin bir bina daha dikiyorlardı..

Mecburen hazırlandım, dışarı çıktım.. Evler çirkindi, şehir çirkindi, arabalar çirkindi, eşyalar çirkindi, giysiler çirkindi, müzikler çirkindi.. Hepsinin içinde en kötüsü; insanlar çirkindi..

16 Ekim 2011 Pazar

Kış

Kış; en çok haksızlığa uğrayan mevsimdir..

En sevdiği mevsimin kış olduğunu söyleyen birilerini göremezsiniz pek.. İnsanların geneli ilkbaharı, yazı, olsa olsa sonbaharı severler.. Kışı seven olmaz pek.. Kış; mümkünse oldukça geç gelmesi, geldiği zaman da bir an önce gitmesi arzu edilen mevsimdir.. Sonbaharın bile bir nebze tahammül edilebilirliği vardır insanların gözünde, özellikle de pastırma yazını getirdiği zaman yanında..

Ama kışa şans tanımaz insanlar pek.. Kış insanlara ne yapsa yaranamaz.. Yağmur, kar olup yağdığı zaman felaketi olur insanların.. Yağmadığı zaman ayaz derler, 'yağsa yumuşar aslında' derler.. Yağdığı zamanı da yağmadığı zamanı da felaket haline getiren, insanların ta kendisidir aslında.. Kış kendi yolunda, kendi bildiği şekilde yürümektedir sadece.. Şehirleri daracık yolların üzerine kuranlar insanlardır mesela, sonra adım atmaları imkansız hale geldiğinde 'kış şartları' derler, kabak kışın başına patlar.. Dışarıda yağan yağmura, kara rağmen kendi yarattığı, paraya tapan tarz-ı hayat yüzünden dışarı çıkıp işlerinin peşinde koşmak zorunda kalan da insandır.. 'Benim, insanın yaşam şartları için pek de elverişli olmayan bu havada, dışarıda ne işim var' diye sormak yerine, havanın neden bu kadar soğuk olduğunu sorarlar.. Dışarısı büsbütün kış olduğunda evinde oturup keyif yapamamanın verdiği sıkıntıyı insan kendine doğurur aslında, kış kimseye keyifsizlik buyurmaz.. İnsan; kışın da, yazın olduğu gibi, kendi keyfini kendi elleriyle baltalar.. İnsanın kendine ve diğer insanlara çektirdiği zulmü, sıkıntıyı, keyifsizliği; değil mevsimler, afetler bile çektiremez insana.. İnsan karakteri, kendini daima bir günah keçisi aramaya şartlandırmıştır ve kışın, mevsimden daha iyi bir günah keçisi bulunamaz mevcut insan mantığında.. Kapkaranlık bir havada, sabahın köründe uyanmanın sebebi, insanın kendi kaygılarıdır.. Yine de suç eninde sonunda kışın üstüne kalır..

Ama yumuşak başlıdır kış, sesini çıkarmaz yapılan haksızlığa.. Sesini çıkarmak bir yana, keşfetmesini bilen için yazdan aşağı kalmaz ikisinin verdikleri keyifler kıyaslandığında.. Sıcak, bol tarçınlı bir salebin kışın kazandığı değer, diğer her içeceğin, her mevsimdeki değerinden çok daha fazladır.. Güneş altındaki bir odada haşat olmuş bir insanın kendini dışarıya atması onu çok rahatlatmaz yazın ama ayazı görmüş vücudun ateş başına geçmesi büyük bir hazdır.. En güzel manzara, beyazlar altındaki ormanlardır insanların çoğu için.. İnsanların, en çirkinini kurmak için birbiriyle yarıştığı şehirler bile kar altında güzeldirler.. Zevksizliğin örtüsüdür kış; gerekirse karla, kara ihtiyaç olmazsa bulutlarla, pusla.. İnsanlar aşkın mevsimi olarak ilkbaharı ilan etmişlerdir ama insanların başka insanlara en çok ihtiyaç duydukları ve birbirlerine en çok yaklaştıkları mevsim kıştır.. İnsanların, sevgililerini ısıttıkları mevsim, kıştır.. Boş sokaklarda yürümenin en çok keyif verdiği mevsim, kıştır.. Zaten yazın boş sokak bulabilmek nasip olmaz herkese.. İnsanın yaşadığını en çok hissettiği mevsim, kıştır.. Yaz gibi uyuşturmaz insanı, her an dinç tutar.. Soğuk çarpar insanın yüzüne, her çarpan dalgada nefesini göğsünde hissedersin, yaşadığına inanasın gelir..

Kış, diğer mevsimlerin yanında yalnızdır, dışlanmıştır.. Diğer mevsimler kadar çok hayranı yoktur.. Ama mağrurdur.. Huyunun soğukluğu, havasının soğukluğundan fazladır.. Çünkü kış; en çok haksızlığa uğrayan mevsimdir..

22 Eylül 2011 Perşembe

Beklemek

"Günaydın" dedi kendi kendine..

Zaten uzunca bir süredir de kendisinden başka birine günaydın dememişti.. İnsanlara, günün günaydın denilecek zamanı geçtikten sonra rastlıyordu çoğunlukla.. Ki insanlara sık rastladığı da söylenemezdi.. Kendi halinde bir hayat yaşıyordu ve böyle yaşamaktan da memnundu.. Kalabalıklara karışmayı sevmez, insanların geneline tahammül gösteremez, tahammül gösterebildiği insanlarla da mesafeli bir tavırla münasebet kurardı.. Yakınlarında olmalarına izin verdiği çok az sayıda insan vardı.. Yine de hiç tanımadığı insanlardan dahi selamı esirgemezdi.. Merhaba, kolay gelsin, iyi günler, iyi akşamlar, teşekkürler, rica ederim çok zaman kullandığı kelimelerdi..

Ama günaydın demezdi pek.. Diyemezdi.. Onun günü aydığında başkalarınınki çoktan tepeye çıkmış da alev alev parlamış olurdu.. Utanırdı gününün yeni aydığını açık etmeye.. Onun fosur fosur uyuduğu saatlerde insanlar uyanmak zorundaydı.. Bu fikirden utanırdı.. İnsanlar uyanırlardı da hiç sevmedikleri işlerine giderlerdi.. Daha doğrusu başkalarının işlerini yapmaya giderlerdi.. Yaptıkları işleri aslında bu yüzden sevmezdi insanlar.. Çünkü yaptıkları iş, genelde başkasının olurdu.. O "başkaları", insanlara işlerini yaptırdıkları yetmezmiş gibi, bir de onların uyanacakları, yemek yiyecekleri, eve dönecekleri saatleri; giyinecekleri giysiyi; takınacakları tavrı dikte ederdi.. İnsanlar sevmezdi böyle işleri.. Ama giderlerdi.. Gitmek zorunda kalırlardı.. Gitmek zorunda bırakılırlardı.. Çocukluklarından itibaren onlara böyle öğretilirdi..

Yastığından hafifçe kaldırdı başını.. Bu, ilk denemesiydi.. Her sabah birden fazla kez denerdi önce yastığından, sonra yatağından topyekün ayrılmayı.. Birkaç denemenin sonunda yastıktan ayrılırdı, sonra birkaç deneme de yataktan ayrılmak için yapardı.. Yastığına tekrar koydu başını.. Devam uykusuna niyeti yoktu aslında, sadece gözlerini tam olarak açana kadar biraz daha beklemek istiyordu.. Dışarıdaki sesleri dinledi.. Uyanmasının farklı sebepleri olurdu.. Kimi zaman pencereden süzülen ışıkla, kimi zaman yağmurun ya da bir kuşun güzel sesiyle, kimi zaman yakınlardaki bir inşaattan gelen tatsız gürültülerle.. Bazı yaz günleri çok terlediği için uyanırdı, bazı kış günleri üstü açık kaldığı için ürperip uyanırdı.. Pencereden ışık süzülmüyordu bu sefer, perdeleri sıkıca kapatmıştı geceden.. Erken uyanmaya niyetli değildi pek.. Yağmur da yoktu.. Kuşlar zaten uzun zamandır uğramaz olmuşlardı bu renksiz mahalleye.. Berbat bir gürültüydü onu uyandıran.. Şiddetli bir gürültü değildi, ama her gürültü gibi kulaklarında bıraktığı leke iğrençti.. Çok hassastı gürültünün her türlüsüne.. Hele ki o gürültü onu uyandırdıysa, bütün gün silinmezdi zihninden o leke.. Batıl biri hiç değildi, ama gürültüyle uyandığı günlerin kötü geçeceğine inanırdı.. Çünkü öyle günlerde aksi davranırdı etrafına istemeden.. Belki de isterdi aslında.. Gürültüyle uyanmasına neden olan insan sürülerinden intikam almak isterdi.. Aksi davrandıkça aksilik bulurdu..

Beklediği şeyin o uykudayken gelip gelmediğini düşündü.. Uykusunun içinde çalan bir kapı zili duymamıştı.. Geceden sesini kapattığı cep telefonuna baktı, onunla iletişim kurmaya dair bir girişim olmamıştı.. Evdeki telefon da zırlamamıştı hiç.. Şimdilik bir haber yoktu beklediği şeyden.. Rutin sabah işlerini yapmaya koyuldu.. Önce tuvalete uğradı, sonra mutfağa.. Kahvaltı hazırlamakla geçirdiği vakit, kafasını beklediği şeyden uzaklaştırmamıştı.. Bu sabah gelmiş olması gerekirdi.. Çalan bir kapı zilinin onu uyandıracağına iyiden iyiye inandırmıştı kendini geceleyin.. Ama onu uyandıran tatsız bir gürültü olmuştu.. Gürültüyle uyanmanın üstüne bir de beklediği şeyin gelmemesi iyice sıktı canını.. Günün berbat geçeceğine ikna oldu..

Basitçe hazırlanmış bir kahvaltıyı tüketti hızlıca.. Şüphesiz ki derdi kahvaltı falan değildi.. Geç uyanmasına, kahvaltı hazırlamasına, kahvaltıyı etmesine, yani geçen bunca zamana rağmen beklediği şey gelmiyordu.. Telefonu eline aldı nihayet.. Aklında tuttuğu, ezberlemekte hiç zorlanmadığı numarayı çevirdi.. Güzel bir ses karşıladı onu.. Heyecanlandı o sesle birlikte.. Onu uyandıran gürültünün, sabahki eli boş geçen anların bütün sıkıntısını alıp götürdü.. Sesi titreyerek, zorlanarak tek bir şey söyleyebildi:

-Bugün de mi gelmiyorsun?

15 Eylül 2011 Perşembe

Sayfadaki resimler

Herkese selam,

Sayfadaki resimler bir süredir görüntülenemiyordu.. Uzun bir süredir çaresini aramama rağmen bulamadım.. Bu nedenle resimleri yeniden yüklüyorum.. Hatta bu vesileyle bazı yeni resimler yüklenmiş olacak.. Kısa bir süre içinde blog; eski, güzel günlerine kavuşacak..

Saygılar..

24 Temmuz 2011 Pazar

Obsesif Manifesto

1- Obsesif, küçük şeylerle mutlu olmaz.. Çünkü küçük şeylerle mutlu olmak için etraftaki bazı olumsuzlukları göz ardı etmek gerekir ve obsesifler, zaten göz ardı yoksunu oldukları için obsesiftirler..

2- Obsesif, eşyalarının başkaları tarafından kullanılmasından ya da kurcalanmasından hoşlanmaz.. Çünkü obsesife göre, eşyalarına gösterdiği özeni ondan başka kimse göstermez..

3- Obsesif, sosyal değildir.. Çünkü obsesif için gidilecek mekan; yazın çok sıcaktır, kışın çok soğuktur, hoş bir mekansa gereksiz pahalıdır, pahalı değilse hoş bir mekan değildir..

4- Obsesif, yalnızdır.. Obsesif için potansiyel arkadaşlar; iyi muhabbet ediyorlarsa kafa şişiriyorlardır, iyi muhabbet etmiyorlarsa sıkıcıdırlar, sevgilileri yoksa mekanlarda istenmezler, sevgilileri varsa sürekli onunla ilgilenirler..

5- Obsesif, paylaşmayı sevmez.. Çünkü paylaşma eyleminin paylaşılan şeyin tadını artırdığı kocaman bir palavradır.. Bir şey paylaşılınca, az kişiye çok zevk vermek yerine çok kişiye az zevk verir.. Obsesif, aldığı zevkin bölünmesine razı olmaz..

6- Obsesif, düzenli hayata önem verir.. Çünkü düzenli hayat demek, yapılması gereken şeylerin zamanında yapılmasını kolaylaştırır.. Küçük şeylerle mutlu olamayan obsesifin mutlu olmasının tek yolu, yapmak istediği şeyleri bir an önce yapabilmektir, bu yüzden obsesifin düzenli hayata ihtiyacı vardır..

7- Obsesif, disiplini sever.. Çünkü disiplin, obsesifin ihtiyaç duyduğu düzenli hayatı doğurur..

8- Obsesif, mükemmeliyetçidir.. Obsesife göre, mükemmel olmayan eksiktir..

9- Obsesif, kolay kolay aşık olmaz.. Çünkü obsesif, "her güzelin bir kusuru vardır" mottosunu benimseyemez.. Obsesif için insanlar ya kusursuzdur ya da aşık olunası değildir..

10- Obsesif, yazacaklarını aslında dokuz maddede toparladığı halde, maddeleri illa ki ona tamamlamak ister.. Çünkü o bir obsesiftir..

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Pencere

Yazmakta zorlandığı, duygularını kafasına oturtamadığı zamanlar o pencereye giderdi.. En sevdiği kentin, en sevdiği semtinde, uluslararası bir kahvehane tarafından işletilen o binanın penceresi.. O pencerenin önündeki masaya, ama hep aynı masaya oturup etrafı seyreder; insanları, kuşları gözler; onların hayatını düşünür; bazen de notlar alırdı.. Oradan etrafı seyretmenin, yazmak istediklerini orada toparlamanın ve yazdıklarında orayı anlatmanın garip olduğunu düşünürdü.. Eskinin şairleri, romancıları İstanbul'daki gazinoları, mahalle kahvelerini, pasajları, meyhaneleri anlatırken; yeni yetme yazarların, saçma sapan isimleri olan, sıkış tepiş mekanlardan bahsetmek zorunda kalması ona garip hissettiriyordu.. Eski öykülerin Bebek Gazinosu yoktu mesela artık, onun semtinde acayip isimli barlar vardı..

Bir gün yine kafa toplama niyetiyle gittiği o pencerede, amaçsızca insanları seyrederken buldu kendini.. "Belki de seyrettiğim insanların hayatından bir şeyler çıkarırım" diye düşünerek not almak için bir kağıt çıkardı, etrafı dikizlemeye devam etti.. Parlayan bir güneş, yan taraftaki otelin denize nazır terası, o terasta öğle yemeklerine çullanmaya hazırlanan yaşlı kadınlar, onların siparişlerini almak için gelen garson, tam arkalarına tünüp onları dikkatle süzen martı, parmaklarının ucunda yürüyen bir insan gibi sakin sakin ilerleyen bir vapur, en önemlisi ve en güzeli de o vapuru taşıyan, yaşlı kadınlara gülen, martıyı besleyen Boğaziçi.. Denizi güzel yapan şey sonsuzluğudur aslında, ama Boğaz'da sonsuzluk duygusunu tadamazsın.. Hemen ötede Kandilli, Kanlıca, Çengelköy dizilir çünkü.. Belki de karşı kıyısı bu kadar kolay görünen deniz sadece İstanbul'da olduğu için Boğaziçi bu kadar özeldir..

Not aldığı kalem elinde, kadın grubunu incelemeye başladı önce.. 60 küsur yaşlarındaydılar.. İstisnasız hepsinin sarıya boyanmış, küt kesilmiş, kabartılmış saçları vardı.. Birbirlerini dinlemiyorlardı, hepsi aynı anda konuşuyordu.. Kimsenin dinlemediğini bildikleri halde konuşmaktan geri kalmıyorlardı.. Onlar için önemli olan kendilerini dinleyen birilerinin olması değil, akıllarına geleni söyleyebilmekti.. Konuşan kadınların hepsini aynı anda dinleyen tek canlı varlık, arkalarına tünen martıydı.. İstese hemen o uğultuların arasından kaçabileceği halde büyük bir sabırla bekliyordu orada.. Tüylerine güneş vurdukça, bembeyaz, heybetli bir heykel gibi görünüyordu.. Ne kadar da özgürdü aslında.. Yapmak istediği her şeyi yapabilirdi, çünkü yapmak isteyebileceği şeyler kısıtlıydı.. Martı olmak ne güzel.. Balık yemek istese denize dalıp yerdi, uğultucu teyzelerden kaçmak istese arkasında toz bile bırakmadan kaçardı, Boğaz'ı seyretmek istese hiç bir insan evladının sahip olamayacağı manzaraya sahip olabilirdi.. Ama bütün bu güzel, özgür ömrün de bir falsosu vardır.. Bir martının hayatındaki en büyük çelişki, sürekli balıkla beslendiği halde asla rakının tadına bakamamasıdır.. Martının hayatının tek bir çelişkisi varken, uğultucu kadınlara hizmet eden garsonun hayatı çelişkilerle doludur.. Mesela bir haftalık maaşını, gürültücü teyzelerin bir saatlik harcaması olarak götürür kuruşu kuruşuna kasaya sayar.. Ona ailesi öyle öğretmiştir ve ahlaklı oğullarıyla gurur duyuyorlardır muhtemelen.. Ahlaklı olmasına ahlaklıdır ama onun bir hafta çalışarak kazandığını bir saatte harcayanlar da vardır.. Ahlak, ahlak kaidelerini çıkaran güruhtan başka kimseye bir yarar sağlamaz.. O yüzden her küçük topluluğun kendine göre bir ahlak anlayışı vardır ve o topluluğun çobanları kendilerini daha güvende hissetmek için kurarlar ahlak kavramını.. Kimileri kurar, kimileri uyar.. Kuranlar hayatlarını yaşarken, uyanlar kuru bir hayat yaşayarak ölmeyi beklerler.. Bütün beklentileri sakin bir ölümdür aslında..

Gözlerini gürültücü teyzelerden çekip yakınındaki çemberde olup biteni anlamaya koyuldu.. Uluslararası kahvehanede, yanındaki masada, hayattaki en büyük derdi ayakkabısının üzerindeki taşların düşmesi olan bir yeni yetme kız oturuyordu.. Bu sonuca, kızın annesiyle yaptığı telefon görüşmesini dinleyerek varmıştı.. Ne kadar ayıptı yaptığı, sıradan bir insanın mantığıyla düşünülse.. Telefon görüşmesinin, duyabildiği kısmını kendince gözden geçirirken, gençleri eleştirmek için fazla genç olduğu geldi aklına.. Belki de gençler hakkında böyle düşünmeye başladığına göre ruhu ve mantığı, bedenine inat, bedeninden daha hızlı yaşlanıyordu..

Sonra güneş gitti yavaş yavaş.. Dışarının aydınlığı biraz azalınca, pencerede kendi yüzünü görmeye başladı.. O an, kafasını ne kadar çok şeye yorduğunu düşünüp kendi haline üzüldü.. Bu arada, arabalardan ne kadar çok egzoz dumanı çıkıyor.....

4 Nisan 2011 Pazartesi

Before Sunrise - Before Sunset













Bu aralar, özellikle interrail ile ilgili yazılarda, blogun trafiği epey arttı.. Gerçekten çok seviniyorum böyle olmasına.. Kimsenin uğramadığı, kendi kendime takıldığım bir blog yazmak istemezdim şahsen..

Tabii bununla birlikte formspring hesabımda da hareketlenmeler var Interrail ile ilgili sorularda.. Şüphe yok ki bunun sebebi yaklaşan yaz :) Benim blog ve formspring trafiğinden anladığım kadarıyla Interrail planları yapılmaya başlanmış.. Bu trafiğin arttığını gördüğüm halde Interrail ile ilgili bir şeyler yazamıyor olmanın verdiği boşluk duygusunda savruluyordum :) Ta ki bu haftasonu 2 muhteşem film seyredene kadar.. 

Before Sunrise'da iki kahramanımız, yani kızımız ve oğlumuz, trende tanışıyorlar.. Kız bir çılgınlık yapıyor ve oğlumuzla Viyana'da sabahlamayı kabul ediyor.. Oğlumuzun sabah erkenden ülkesine giden uçağa binmesi gerekiyor.. Yani birbirlerini yaşamak için sadece bir geceleri var.. Sonra güneş doğunca... Puf! Masal bitecek..

Devam filmi Before Sunset'te ise, 9 yıl sonra yolları yeniden kesişiyor kızla oğlanın.. Yine oğlumuzun uçağa yetişmesi gerekiyor.. Bu sefer zaman daha da az, sadece 1.5 saatleri var.. Zaten film gerçek zamanlı.. 1.5 saatlik bir kesit, 1.5 saatte anlatılıyor.. Bu film ise kızın memleketi Paris'te..

Ben şahsen filmlerde abartı duygu sevmem.. Bu sebeple genelde aşk duygusunun insanın gözüne gözüne sokulduğu, o duygunun aşırı dozda verilip seyircinin kusturulduğu filmlerden nefret ederim.. Birçok insanın bayıldığı Issız Adam, Eternal Sunshine of the Spotless Mind gibi filmlere hep mesafeli durdum bu yüzden.. Aşkından yataklara düşen, uğuna uğuna ağlayan adamlar ve kadınlar.. Ziyadesiyle itici benim için.. Ama bu filmler öyle değil işte.. Filmdeki kahramanların birbirine duyduğu aşk o kadar masum ve sade işlenmiş ki, ben bile kayıtsız kalamayıp hayran oldum bu insanlara.. "Ne güzel filmdi" dedim kendi kendime ikisinin de sonunda..

O yüzdendir ki Interrail planlarının ciddiyet kazandığı şu günlerde bu filmleri şiddetle tavsiye ediyorum bu blogun okuyucularına.. Eğer görmediyseniz Interrail'den önce mutlaka görün bu filmleri.. Sizin de başınızdan geçmeyeceğini kim bilebilir? :)

Before Sunrise'dan bir sahne:


Before Sunset'ten bir sahne:

23 Mart 2011 Çarşamba

Özlemek

İnsanları değil de anıları özlüyorum.. Kendimce çok garip buluyorum bu huyumu.. Yaşadığım bir ana tekrar dönmek istiyorum ama o anda kimlerle birlikte olduğum hiç önemli değilmiş gibi geliyor.. Herhangi birini koysan yerine, olacak yani..

Bugün tesadüfen bir filme denk geldim.. Çok sevdiğim ama çok uzun zamandır görmediğim bir şehirde geçiyordu.. Yürüdüğüm yollarda tekrar yürüdüm, gördüğüm manzaraları tekrar gördüm, girdiğim binalara tekrar girdim.. Ama sonradan aklıma geldi, o günleri birlikte geçirdiğim insanları da görmeyeli, o şehri görmediğim kadar olmuştu.. O şehirde geçen günleri özlemiştim ama o insanlarla ilgili tık yoktu hafızamda.. Onlar değil de başka biri olsa yine olurdu..

Şarkılar da öyle.. Bazı insanlar, bir şarkı duyduklarında akıllarına sevdikleri biri gelir ya; hani o şarkıyı, o insanla özdeşleştirmişlerdir, ben şarkılarla anıları özdeşleştiriyorum.. Yaşanılan o olaydan sonra dinlediysem mesela, ya da sadece yaşanılan şey çağrıştırdıysa o şarkıyı, olay ve şarkı eşleşiyorlar.. Artık ne zaman o şarkıyı duysam, o hikayeye dönüyorum.. Ama yine insanlar yok ortalıkta.. Daha doğrusu insanlar var ama kim olduklarının bir önemi yok..

Özlem duymak konusunda bile megalomanım yani.. Ne pis huymuş, çıkamadı içimden bir türlü..

20 Mart 2011 Pazar

Tabu Oyunu

-Anlatman gereken; "Sen".. Tabu kelimelerin; "Ben, Kendi, Hiç, Arkadaş, Aile"
-Ama insan; "ben" demeden nasıl anlatır ki kendini?
-Bak daha ilk cümleden çiğnedin kuralları.. Hadi, bir şans daha.. "Ben, Kendi, Hiç, Arkadaş, Aile" kelimelerini kullanmadan anlat "sen"i..
-Tamam..

Ağır bir megalomandır.. Egoisttir.. Diğer insanları çoğu zaman umursamaz.. İnsanları umursamadığı gibi hayvanları ve bitkileri de umursamaz.. Dünyanın onun etrafında ve onun için döndüğünü varsayar.. Egosantriktir yani..

Cimri ama paragözdür.. Yani parayı vermeyi değil almayı sever.. Vermeyeceği parayı alıp ne yapacaksa? Paylaştığını iddia eder mesela.. Ama paylaşmaktan zerre hazzetmez aslında.. Sadece paylaşmayı sevdiğini göstermek ister diğerlerine ki onları da paylaşmaya ikna edebilsin sonradan.. Maddiyata önem verir.. Maneviyata, sadece maddiyatın kokusunu aldıysa önem verir.. Duygular, onun için amaç değil araçtır kısacası..

İletişim kurmayı sevmez aslında.. İletişim kurması pragmatizm hayranlığındandır.. Sadece başı sıkıştığı zaman diğerlerine danışır.. Danıştığında da çoğu zaman dinlemez zaten.. Ama yardım istemek zorunda kaldığında; "önceden sorsaydın!" laflarını işitmemek için danışmış gibi yapar..

Hayvanlardan farklı olduğunu iddia eder.. Aslında bir farkı yoktur.. Hayvanlar ne yapıyorsa onu yapar aslında.. Tek farkı, yöntemlerinin daha çeşitli olmasıdır.. Bütün bir hayatı; doğmak, büyümek, hayatta kalmak, çiftleşmek, dünyaya yavru getirmek ve ölmekten ibarettir.. Ama hayatının bunlardan ibaret olmadığına ikna olmak için değişik şeyler yapmayı sever.. Bunların adına da zevk veya eğlence der.. Yine de, temel amaçlarını ifa etme mücadeleleri arasında zevke, eğlenceye fazla vakit bulamaz.. Yaşamsal kaygılarına yeterince güdülenmiştir.. Bu kaygılardan kafasını kaldırabildiği ve canı keyif yapmak istediği zaman; zevkini, eğlencesini yaratmak için dünyanın geri kalanının üstüne basması, onun bazı parçalarını ayak altından kaldırması gerekebilir, umrunda olmaz.. O kadarcık tahribatı hak ettiğini düşünür......

-"İnsan" mı bu kelime?
-Bildin!

6 Mart 2011 Pazar

5 Dakika


Bir türlü öğrenemedi.. Sabahına erken uyanacağını bildiği günün gecesinde vakitlice uyumayı hiç öğrenemedi.. Her seferinde; “şunu da yapayım, aa bunu da yapayım” diye diye erteledi uykusunu..

Uyku, evet.. Her insanın, her gün, en azından birkaç saat için ihtiyaç duyduğu bir eylem.. Eylem mi? Bunun nesi eylem? Basbayağı eylemsizlik hali bu.. Görmediğin, duymadığın, koklamadığın, en önemlisi de düşünmediğin bir insanlık hali..

Uyumayı sevmiyordu.. Elinden gelse hiç uyumazdı.. Ne var ki, bir kez daldığı zaman uykuya, kolay kolay ayılamıyordu.. Belki de bu yüzden sevmiyordu ya zaten.. Beynin ve bütün bedenin uyuştukları, bununla da kalmayıp bir türlü o uyuşukluktan kurtulamadıkları bir zaman aralığı..

O sabah da aynısı oldu.. Gece geç yatmıştı sabah yapılacak çok işi olduğunu bile bile.. Ne yapsın? Uykuyu ne kadar sevmiyorsa, geceyi o kadar seviyordu.. Herkesin eylemsiz olduğu o an ne büyülü bir andır.. Gece yaşayan insan, zamanı dondurmayı başarabilir.. Çünkü onun hayatı devam ederken diğer insanların hayatı donmuştur.. Tıpkı bilimkurgu yazarlarının hep özendikleri gibi.. Zamanı durdurmak.. Gece sayesinde mümkündür aslında, ama bilimkurgu yazarları bunu bilmiyorlar demek ki..

Çalan alarma kulak asmadı önce.. Yokmuş gibi davranmaya çalıştı.. Ama yüksek sesle ona uyanmasını emreden bu şeytan icadına kayıtsız kalamadı daha fazla.. Çalar saat.. En nefret ettiği icattı.. Yapılmış her türlü icada bir şekilde ayak uydurmayı başarmış bir insan olmasına rağmen, bu samimiyetsiz alete bir türlü ısınamadı..

Yapılacak şey belli.. Ertelenecek o alarm.. Beş dakika sonrasına, sonra beş dakika daha, sonra beş dakika daha.. İlk erteleme hamlesi yapıldı.. Ama ne tatlıdır o beş dakika! Sabahın o beş dakikalık uykusu saatlerce uykuya denk gelebilir kimi zaman.. İşte öyle bir beş dakikaydı bu..

Alarmı doğru zamana ertelediğinden emin olduktan sonra tekrar koydu kafasını yastığa.. Hiç uyanmamıştı ki zaten.. Sadece geçici bir kesinti olmuştu uykuda.. Kafasını yastığa koymasıyla gözlerinin kapanması arasında hiç süre yoktu hemen hemen..

Rüya görmeye başladı.. Bütün gece, hatta ne gecesi, geceler boyunca tek bir rüya görmemiş olan adam, o tatlı beş dakikada rüya görmeye başladı.. Hayatı film şeridi gibi geçiyordu.. İnsanlar bunu ölürken yaşar sanıyordu.. Gerek yokmuş ki ölmeye.. İnsan zaten rüya formatında da hayatını film şeridi olarak sipariş edebiliyormuş.. Ya da uykusuzluk ölüm gibi bir şeymiş..

Bütün kızdıklarını görmeye başladı birden.. Tarihteki sırasına göre düzenlenmiş bir geçit töreni.. Küçüklükten başlayıp şimdiki zamana kadar.. Sonra da özlediklerini gördü, hem de hepsini.. Zaten belki de en çok özlediğine en çok kızmalı insanlar.. Kızılmak istemiyorlarsa özletmesinler kendilerini.. Eğer özletiyorlarsa da hak ediyorlar güçlü bir azarı..

Sonra tekrar çaldı çalar saat.. Çalan saat.. İşi bu, çalacak illa ki..

"Beş dakika oldu mu yahu? Ama benim hâla uykum var.. Uyanmaya çalışsam da istediğim kadar.."

22 Şubat 2011 Salı

Dilenci


Çoğu sabah, işyerine giden caddeyi geçerken izlerdi dilenciyi uzaktan.. Her sabah aynı saatlerde, aynı yerde.. Ne kadar az şeye sahipti dilenci.. Üstündeki pantolon, gömlek, kazak, hava soğuksa yırtık kaban, önüne açtığı beyaz, tozlu mendil.. Hepsi oydu işte.. Ama bundan gocunuyor gibi bir hali yoktu ki dilencinin.. Sahip olmanın insana aşıladığı tatmin duygusuna bağışıklık kazanmış gibiydi.. Zaten dünyaları verseler de almayacaktı sanki.. Dilenirken de kimsenin peşinden koşmazdı bu yüzden, yalvarmazdı üç kuruş için.. Kalender dilenci mi olurmuş? Vardı işte.. Üzerindekilerin eskiliğini, yıpranmışlığını görmesen onu dünyanın en gözü tok insanı zannederdin..

Adam buna anlam veremezdi haliyle.. Çünkü onun için hayatın anlamı savaşmaktı.. Başkalarının alamadıklarını almak, olamadıklarını olmak, olamadıklarıyla olmak.. Çırpınırdı bunlar için.. Bunları amaç edinen bir insanın, gözü yırtık bir kabandan başkasında olmayan biriyle karşılaşması ilginç geliyordu ona.. Belki de bundan, her sabah o caddeden geçerken gözü dilenciye takılı kalırdı.. Kendisiyle tamamen zıt bir insan.. Yıllar önce kaybettiği ikizini arayan insanlar vardır hani, işte o da kendisinin tümden zıttı olan birini bulmuştu yıllar sonra..

Bir gün, üzerine fildişi kulelerini inşa ettiği toprak kaydı.. İflas etmişti.. Bugüne kadar, kendi gözüyle bakıldığında, başardığı ne varsa; sadece birkaç telefon görüşmesiyle ayaklarının altından çekildi.. Başından ayağına kadar yoğun, acı veren bir ateş hissediyordu bedeninde.. Yutkunamıyordu.. Ne yere yığılabiliyor ne ayakta durabiliyordu.. Dünya onun için, dönmeyi bırakmıştı..

İşyerinden ayrıldı.. Zaten artık onun falan da değildi işyeri.. Basit bir binaydı onun gözünde.. Soğuğu yüzünde hissetmeye çalıştı ateş belki söner umuduyla.. Ateşini biraz dindirip biraz da nefes alınca gözlerini aralayabildi.. Gözüne ilk çarpan, her zamanki yerinde oturan dilenci oldu.. Sanki hayat durmuş gibi yürüdü dilencinin bulunduğu yere doğru, ne dilenci ne de yoldan geçenler onun dilenciye doğru yürüdüğünü görmüyormuş gibi.. Dilencinin yanına varınca hiçbir şey çıkmadı ağzından.. Daha önce dilenciyle konuşmayı hiç düşünmüş müydü, konuşsa neler diyeceğini kurmuş muydu kafasında? Laf! Dilenci kimdi ki? Ama dilenci anlamıştı onun derdini.. Hiçbir şey anlatmadan anlayan arkadaşlar vardır hani, işte o da anlatmadan anlayan arkadaşını bulmuştu yıllar sonra..

"Mutsuzsun.." dedi dilenci.. "Ya sen? Sen mutlu musun?" dedi adam..

-Senin neye mutluluk dediğini biliyorum.. Senin mutluluk dediğin şeye göre mutsuzum, benim mutluluk dediğim şeye göre mutluyum..
-Nedir senin mutluluk dediğin?
-Yarışmamaktır başkalarıyla.. Ve özlememektir.. Özlemek de insanın kendi geçmişiyle yarışmasıdır çünkü.. Yarışmam ne başkalarıyla ne geçmişimle.. Ben sadece kendim, şu an varım hayatta.. Tek başıma şimdiyi yaşıyorum.. Kimseye muhtaç değilim.. Başkalarıyla yarışıyorsan onlara muhtaçsındır.. Yarışmak için kendinden başka birileri de olmalıdır çünkü etrafında.. Yalnızlığın üzerine kurduğun bir hayatta kimseyle yarışamazsın, bu yüzden kimseye muhtaç da olmazsın.. Ve özlemem geçmişimi.. Geçmişimde yarışçıydım çünkü, sildim o günleri.. Eğer özleseydim geçmişimi, hep daha iyisine şartlanırdım.. Geçmişimle yarışırdım yani.. O zaman geçmişe muhtaç yaşamış olurdum ve hiç tat alamazdım bugünden.. İşte bu yüzden, ne diğer insanlarla ne geçmişimle yarışmadığım için yani, ben mutluyum hayatımdan..

7 Şubat 2011 Pazartesi

Şehir

Ben bu şehri bazen seviyorum..

Geceleyin, hengamesi bittiğinde, boş caddelerini arşınlarken seviyorum..

Buz gibi akşamlarında İstiklal'de yürürken, bir kestanecinin mangalından gelen sıcağı hissettiğimde seviyorum.. Yorgun bir köpek misali dilim dışarıda gezdiğim kavurucu yaz günlerinde yanıbaşımda; \"buz gibi sudan içeeeen!\" diye bağıran bir çocuk bittiğinde seviyorum..

Adres sorduğum esnaf işini gücünü bırakıp bana yol gösterdiğinde bu şehri seviyorum.. İnsanlarını, birbirlerine yardım ederlerken seyrediyorum uzaktan, işte o zaman seviyorum.. Gecenin bir vakti, çakırkeyf kadınlarının rahatsız edilmeden yürüdüklerini görürsem mesela..

Bu şehrin insanları vardiya usulü çalışarak, bu şehrin uyumasına izin vermezler.. Gün ağardığı anda iş başı yapmak zorunda olan, gün ağarana kadar eğlenmeye devam edenden devralır şehri uyanık tutma nöbetini.. Tam da o nöbet değişimi yaşanırken seviyorum bu şehri..

Evden çıkmak için hiçbir sebebimin olmadığı bir günün sabahında, şakır şakır yağmurun sesine uyandıysam seviyorum onu.. Güneş, erguvanların açmasına önayak olmak için doğduysa yeniden aşık oluyorum bu şehre..

Aşiyan'dan Arnavutköy'e, elimde başka bir el varken yürüyünce seviyorum.. Galata Köprüsü'nde serseri misinalardan kaçmaya çalışırken seviyorum.. Eğer suyla dolu kovalarda balıkçıların mutluluğunu görürsem daha da çok..

Tarihi Yarımada'sını, heybetli surlarını, şaşaalı saraylarını gördüğümde seviyorum.. Senden binlerce yıl önce yaşamış insanların bile bu şehre hayran olduğunu biliyorsun ya, işte o hissi seviyorum..

Tarihi Yarımada'ya giden tramvaylarda bin bir dilden konuşan gezginleri gördüğümde seviyorum.. Öyle bir sevmek ki kıskanmıyorsun sevdiğini, başkaları da ona bayılsın istiyorsun..

Vapurla Kadıköy'e geçiyorsam, tam Haydarpaşa'nın önünde, benden tek beklentisi bir lokma simit olan martılar haraç almaya geldiklerinde seviyorum.. Tam onlar gelirken arkalarından güneş parlar da onları göremezsem mesela gözlerim kamaştığından, sadece aceleci çığlıklarını duyarsam..

Kanlıca senin, Emirgan benim boğaz turu yaparken eski, ahşap yalılarına karşıdan baktığımda seviyorum.. O yalıların belki de hiçbir zaman sahibi olamayacağımı biliyorsam dahi.. Zevkle tasarlanmış bir yapıyı görmenin sevinciyle sadece..

Bahar henüz gelmişken.. Adalar'da.. Ayaklarımın altında pedallar, fayton çeken emektar bir atı kendime rakip görüp yarışmaya başladığımda.. Sonra en büyük adanın, en tepesine çıkıp; o terle, o yorgunlukla buz gibi bira içip Bostancı sahilini seyredince unutuyorum sevemediğim zamanlarını..

Ben bu şehri çoğu zaman seviyorum..

4 Şubat 2011 Cuma

Metronom


"İnsan, hayatında hepi topu iki kez gördüğü birisine aşık olmalı mı? Peki, onu bir daha hiç göremeyeceğinden eminse de olmalı mı?"

Bu iki düşünce vardı sadece kafasında, bir metronom gibilerdi.. Önce bir düşünceye doğru kayıyordu metronomun topuzu, ardından diğerine.. Dakikalar yoktu da saatler vardı sanki o an.. Yatağına uzanmış, öylece tek bir noktaya bakıyordu tavandaki.. Teninde ya da beyninde metronomun tik-takları haricinde bir hissiyat yoktu.. Hava sıcak mıydı, yoksa soğuk mu o an? Bunu bile bilmiyordu..

Tavana sabitlenmiş gözleri bulutlanınca anladı ki beynine anılar hücum etmeye başlamış.. Onu ilk nasıl tanıdığı mesela.. Onu sevdiğini ilk ne zaman anlamıştı ve hepi topu iki kez gördüğü birisine aşık olmalı mıydı insan? Birlikte geçirdikleri iki güzel günü düşündü.. Onun anlattıklarını, kendi anlattıklarını.. Annesiyle babasından bahsetmişti o.. Evlendikten sonra dünyayı dolaşmışlar birlikte.. Bunu duyduğu anda onunla birlikte dünyayı dolaşmak gelmişti içinden.. O nereye isterse oraya gidebilirdi sırf onun elini tutuyor olmak için.. O zaman niye gitmemişti sanki onun peşinden? Onu kıytırık bir trene bindirip trenin de ağır ağır, sanki daha çok acı vermek istercesine hareket etmesini niye seyretmişti? Bir daha göremeyeceğini bilmiyor muydu ve bir daha hiç göremeyeceğinden emin olduğu birisine aşık olmalı mıydı insan?

Cesaretsizliğine, korkaklığına, taşıdığı her insancıl kaygıya okkalı bir küfür salladı.. Artık az önceki hissiyatsızlığından arınmıştı.. Burukluk doldurmuştu içindeki boşluğu.. Kalbini de olduğundan büyük ve ağır hissediyordu.. Daracık kafesinde her saniye büyüyen bir kuş gibiydi.. Zannetti ki birazdan sığmayacak yerine.. Çare olarak trenin istasyondan ayrılışını getirdi gözlerinin önüne.. Tren, rayların üzerinde ilerleyip küçüldükçe yüreği de küçülüyordu göğüs kafesinin içinde.. O trene kendisi de atlayamadığı için küçülüyordu insanlığı..

Gözlerini kapadı; trenin içinde, onun yanında olduğunu hayal etti.. O anda her şey sustu, metronom tekrar sahne aldı:

"TİK - insan, hayatında hepi topu iki kez gördüğü birisine aşık olmalı mı? TAK - Peki, onu bir daha hiç göremeyeceğinden eminse de olmalı mı?"

Blog Hakkında

Herkese Selam,

Farkında olduğum bir şey var ki bu blog sahip olduğu popülerliği(ne kadar popüler olduğu da tartışmalı olmak üzere) seyahat yazılarına borçlu. Ne var ki yaşadığım iki macerayı ve bu iş hakkındaki fikirlerimi de yazdıktan sonra, yeni bir seyahate kadar, yazabileceğim şeyleri tükettim. Bu blogu takip ettiğini bildiğim onlarca, belki yüzlerce insana bunu yapmayı kendime yakıştıramazdım.

O yüzden bu aydan itibaren bu blogda, tıpkı önceden yaptığım gibi, öykü denemelerimi yayınlıyor olacağım.. Onları da okuyor olmanız benim için onur, gurur ve mutluluktur.

Sadece Interrail ve seyahatler hakkında bilgi almak için bu sayfayı okuyan arkadaşlar sitenin sağ tarafındaki konu başlıkları arasından Interrail, Seyahat veya Backpacking sözcüklerini tıklayıp direkt o konular hakkındaki yazılarıma ulaşabilirler.


24 Ocak 2011 Pazartesi

Interrail Rehberi (Bölüm 3: Ne taşınır?)


Interrail veya backpacking mevzusuyla ilgili en önemli şeylerden biri de sırt çantası.. Çünkü -duruma göre- 1 ay kadar bu çantanın içinde bulundurduklarınıza bağlı olduğunuz kadar, aynı zamanda bu çantanın içine koyduklarınızla harcamalarınızı da düşürebilirsiniz..

Öncelikle; "nerede bulunur bu tarz çantalar?" İstanbul'u bilenler için konuşuyorum :); Karaköy bu tip malzemelerin merkezidir.. Yani interrail'lık büyük sırt çantaları, kamp malzemeleri, vs.. Bu tarz şeyleri Karaköy'de ararsanız hem seçeneğiniz daha fazla olur hem de muhtemelen daha ucuza bulursunuz.. Bu çantaların büyüklüğü çok değişkendir.. 40 litreden 80 litreye kadar seçenekler var.. Ama ideali 50-60 litre arasıdır.. Daha fazlasını taşımak çok yorucu olur.. Tıka basa dolu 50 litrelik bir çanta kışlık kıyafetlerle 10-11 kilo civarı çekiyor.. Yazlıklarla 8-9 olsa gerek..

Peki Interrail sırasında neye ihtiyaç duyulur, ne götürülmelidir? Bu da yine kişiye göre çok değişkenlik gösteren bir konu.. Yine de herkesin mutlaka yanında bulundurması gereken şeyler var.. Örneğin, ayakkabı en önemli konulardan biridir.. O zaman sırayla gidelim:

1- Ayakkabı: Rahat ayakkabı giymek en önemli şey.. Ayakkabınız sizin can dostunuz olacak gezi boyunca.. Şık olmasından ziyade rahat olması önemli.. Tekrar ediyorum üstüne basa basa; AYAKKABI ÇOK ÖNEMLİ! :)

2- Giysi: Mevsim neyi gerektiriyorsa o.. Yine asıl kriter rahatlık..

3- Havlu, çarşaf, terlik, şampuan, diş macunu/fırçası vb. kişisel bakım malzemeleri: Bunlar genellikle hostel'da kullanacağınız şeyler.. Bazı hostel'lar çarşafı sizin getirmenizi ya da onlardan kiralamanızı bekler.. Bazıları ise zaten sağlar.. Gideceğiniz hostel'ların bu konudaki tutumlarını bilmeniz ve ona göre önlem almanız yerinde olur.. Onun dışındakilere zaten ihtiyacınız olacak..

4- Mevsimlerden yaz ise mayo/bikini, vs.. Aslında yaz olmasına da gerek yok, içinde saunası, kapalı yüzme havuzu olan hostel'lar var.. Ciddiyim.. Eğer "hep gezecek değiliz ya, biraz da keyif çatalım" diyebilme ihtimaliniz varsa, mayo taşımak isabetli olabilir.. Ayrıca mayo yaz yağmurlarında oldukça işe yarar.. Yağmura yakalandığınızda yanınızda mayo olması hayat kurtarır..

5- Ecza: İlaç konusunu çok abartmaya gerek yok, sonuçta muhtemelen hiçbirini kullanmayacaksınız bile.. Yine de çok acil ihtiyaç duyabileceğiniz şeyleri bulundurmakta fayda var.. Örneğin; yara bandı, aspirin, varsa sürekli kullanmak zorunda olduklarınız, -beklentiye göre- doğum kontrol/prezervatif ;) gibi.. Dediğim gibi, muhtemelen kullanmayacaksınız(son örnek hariç) ama taşımakta yarar var..

6- Yiyecek: İşte bu benim şahsen çok tavsiye ettiğim bir konu.. Bazı anlarda(örneğin trene yetişmeye çalışırken) zaten yiyecek alacak zamanınız olmayacak, böyle durumlarda çantanızda yiyecek bulundurmak çok önemli hale geliyor.. Bunun yanı sıra, yiyecek taşımak bütçeyi oldukça kurtaran bir konu.. Bir süre hiç para harcamadan günlerinizi geçirebilirsiniz.. Neler taşınabilir mesela? Ton balığı, Sandviç ekmeği, üçgen/krem peynir, kraker, kek/bisküvi, hazır çorba(her yerde sıcak su bulabilirsiniz).. Seçenekleri kendi zevklerinize göre çoğaltabilirsiniz tabii ki, bunlar en temel olanlar.. Ama her şeyde olduğu gibi bunu da abartmamak lazım.. Sonuçta sırtınızda taşıyorsunuz bunları..

Çanta konusuna girmişken şunu da belirtmekte yarar var; genellikle tren istasyonlarında bu çantaları bırakabileceğiniz dolaplar olur.. İçine para atınca size makine bir fiş verir, bu fişin üzerinde şifreniz olur, işiniz bittiğinde şifreyi girip alırsınız çantayı(ya da aynı işlem görevliler tarafından yapılır).. Günübirlik gezmek istediğiniz şehirler için idealdir, sabah varırsınız şehre, çantayı dolaba bırakır gezersiniz bütün gün, akşam treniyle de ayrılırsınız şehirden.. Yanınızda bir yoldaş olması burada çok işe yarar.. Çünkü genelde bu dolaplar iki çanta alabilirler, siz de masrafı paylaşırsınız.. Bu da bütçeyi korumak için uygulanabilecek yöntemlerden biri..

Not: http://formspring.me/mavigozluev diyorum sadece ;)

18 Ocak 2011 Salı

Interrail Rehberi (Bölüm 2: Nereye gidilir, nerede kalınır?)






Merakı direkt gidereyim, fotoğrafta yatan kişi benim :)Peki, neden bu fotoğraf? Şöyle ki; ilk yazıda, önce nereye gidileceğine karar verilmesi gerektiğini söylemiştim.. O zaman işin detaylarına girdiğimiz ikinci yazıda nereye gidilip, nerede kalınacağından bahsetmek gerekir.. Bu fotoğrafın amacı, gerekirse Roma'da, İspanyol Merdivenleri'nde bile uyunabileceğini göstermektir! :)

Şaka bir yana, Interrail denen güzel olayın dahilinde gideceğiniz yer birçok şeyi belirleyecek.. En başta da bütçenizi.. Bütçe konusu sanırım en çok merak edilen alt başlık Interrail hakkında.. Peki gidilen yer bütçeyi nasıl etkiler? Çok çarpıcı bir örnekle giriş yapmak istiyorum yeri gelmişken.. Krakow/Polonya'da hostel fiyatları gecelik 6-7€'dan başlıyor, Oslo/Norveç'te 30€'dan başlıyor.. Yani bir Orta Avrupa turunda, günü 10-15€ harcayarak kurtarabilecekken, Kuzey Avrupa turunda gününüzü en az 40€ ile tamamlıyorsunuz.. Bu da örneğin 20 günlük bir Doğu, Orta Avrupa turunun, 7-8 günlük bir İskandinavya turuna denk olması anlamına geliyor.. Çünkü kalınacak yerin yanı sıra, gezdiğiniz ülkede şehir içinde kullanacağınız ulaşım, bazı trenler için Interrail biletiniz olsa da ödeyeceğiniz zorunlu rezervasyon ücretleri, ziyaret etmek istediğiniz müzeler, turistik yerler, yedikleriniz, içtikleriniz, hediye/hatıra olarak aldığınız şeyler de bölgesine göre farklılık gösterecek.. Oslo ile ilgili yazımda tek seferlik metro biletinin 6 Lira'ya karşılık geldiğinden bahsetmiştim örneğin.. Bu yüzden gideceğiniz yere karar verirken sahip olduğunuz bütçeyi ve Interrail'i ne kadar süreyle yapmak istediğinizi göz önünde bulundurmalısınız.. Kısıtlı bir bütçeyle 22 günlük bir Kuzey Avrupa turu yapmak istemezdim şahsen.. Ya biraz daha bütçeyi artırmanın yollarını arar, ya gün sayısını azaltır, ya da Doğu Avrupa yollarına vururdum kendimi..

Fakat elbette kalacak yere harcanacak parayı azaltmanın yolları var.. Interrail boyunca geçireceğiniz her geceyi hostel'da geçirmek zorunda değilsiniz.. Bu yolları isterseniz daha çok yiyip, içmek, alışveriş yapmak; isterseniz gideceğiniz yerde daha fazla kalmak için kullanabilirsiniz.. Neler yapılabilir mesela:

1- Gece trenleri: Hostel'a para vermekten kurtulmanın en kolay, en güvenli yolu.. Bütün yapmanız gereken, trenle 6-7 saatlik mesafede bulunan iki şehir arasında yolculuk yapacağınız zaman gece en son treni seçmeniz.. Böylece, hem gitmek istediğiniz şehre sabah erken saatlerde varmış olursunuz hem de geceyi hostel'a muhtaç olmadan geçirmişsinizdir.. Eğer; "ben tren koltuğunda geçiremem geceyi.." derseniz, Interrail Pass'inizle sadece fark ödeyerek kuşetli vagona geçebilirsiniz..

2- İstasyonda uyumak: En ucuz(hiçbir şey ödemek zorunda değilsiniz) ama en riskli yol.. Bir kere her istasyon geceleri açık olmaz, geceleri açık olsa bile uyumanıza izin vermiyor olabilirler.. Ama eğer gittiğiniz istasyon backpacker-friendly(gezgin dostu) ise, işte o zaman içinde duş bile bulabilirsiniz.. Bunu yapmayı düşünüyorsanız yanınızda mutlaka mat ve uyku tulumu olmalı..

3- Kamp alanları: Yanınızda çadırınız, tulumunuz, matınız varsa ve mevsim ılıksa, herhalde en zevkli yol budur.. Küçük bir ücret karşılığı çadır alanı kiralayabilirsiniz.. Kamp alanlarında genellikle yiyecek alabileceğiniz, duş alabileceğiniz, çamaşır yıkayabileceğiniz, diğer kampçılarla tanışabileceğiniz yerler olur.. Bazı kamp alanları çadırınız olmasa da size kulübe kiralıyor olabilirler.. Bu kamp alanlarından Floransa ve Venedik ile ilgili yazılarımda bahsetmiştim..

4- Couchsurfing: Bu da en sosyal yöntem.. Couchsurfing(Kavçsörfing okunur); internet üzerinden diğer gezginlerle tanışarak, gittiğiniz şehirdeki bir gezgine misafir olduğunuz, size rehberlik yapmasını istediğiniz; ya da başka ülkelerden gelen gezginleri ağırladığınız, rehberlik yaptığınız bir proje.. İnsanlarla tanışmak için couchsurfing.org sitesinde bir profil oluşturuyorsunuz.. Profiliniz ne kadar ayrıntılı ve özenli olursa insanların sizi kabul etmesi o kadar kolaylaşır.. Ayrıca couchsurfing'de birkaç deneyim yaşadıktan sonra, misafir olduğunuz ya da misafir ettiğiniz insanlar size referans yazmaya başlıyorlar ki insanlara kendinizi kabul ettirmenin en önemli koşulu bu.. Ama neyse ki, hiç referansı olmayan insanlara da kucak açan, iyi kalpli insanlar olabiliyor.. Ne kadar çok insana surfing talebi gönderirseniz, şansınız o kadar artar.. İlk başlarda fazla seçici olmayın derim ben.. Ama couchsurfing sadece bedava kalma yeri sağlamaktan çok daha öte bir şey, çok sıcak bir paylaşım.. İnsanları tanımak için bulunmaz bir fırsat.. O yüzden gittiğiniz eve sadece bedava yatak gözüyle bakmamanızı tavsiye ediyorum..

Gidilecek ve kalınacak yerler konusu böyle.. Tabii ki her backpacker'ın ana seçeneği hostel'lar, zaten hostel'ler bu iş için varlar ve otellere göre oldukça ucuzlar.. Yukarıda saydıklarım sadece alternatifler, kendinize en uygun alternatifi seçmek yine size kalmış..

Not: Formspring sayfama çok güzel sorular geldi.. Bu sorular nelerden bahsetmem gerektiği konusunda bana da çok yardımcı oluyorlar, ben de herkese aklımın erdiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.. Soru göndermeseniz bile, bu konuyla ilgili olan soruları ve cevaplarımı okuyarak bazı fikirler edinebilirsiniz.. Aynı zamanda soru sormaya da devam :) http://formspring.me/mavigozluev
Nott: Bu blogu Interrail yazıları için değil de öyküler/denemeler için okuyan herkesten özür dilerim.. Bu ara öykü/deneme yayınlayamadım hiç.. Ama şubattan itibaren yine öykülere dönüyorum.. Biraz sabır, az kaldı.. :)

7 Ocak 2011 Cuma

Interrail Rehberi (Bölüm 1: Karar Verme ve Hazırlık)


Beni ilk ne dürttü hatırlamıyorum.. Ama mutlaka bir şeyler dürtmüş olmalı ki sahip olduğum bütün konforu bırakıp sırtımda 10 kilo çantayla sabahtan akşama kadar yürüyeyim; trenlerde, garlarda uyuyup polisler tarafından uyandırılayım; bütün günü bir paket kraker, bir şişe su ile geçireyim.. Hadi ilk seferde bir şeyler dürttü ve yaptım, ikinci sefere kalkıştığıma göre ilki gerçekten zevkliymiş..

Bu işi sanki başkası yapmış, sefasını başkası sürmüş gibi anlatıyorum çünkü olayın içindeyken tadını alamayabiliyorsunuz.. İnsan o telaşın içinde kaybolabiliyor.. Zevki, birilerine anlattığınız, bir yerlere yazdığınız, fotoğraflara baktığınız zaman alıyorsunuz.. Kısacası, güzellik bunu paylaşmakta.. Ben de o niyetle başlamıştım.. 2009 Eylül'de yaptığım turu 2010 Ağustos'ta anlattım.. O sıralarda 2010'daki ikinci turun planlarını da yapmaktaydım.. Onu da Aralık 2010'da anlattım.. Bütün bu anlatımlar devam ederken gelen yorumlar veya mesajlar sayesinde fark ettim ki sadece maceraları anlatmaktan fazlasını yapmam gerekiyor.. Çünkü bu maceraların pişmeden önce yıkanması, doğranması ve tencereye yerleştirilmesi gerekiyor.. İşe önce yıkama aşamasını anlatarak başlayayım..

Interrail nedir mesela? Interrail yapmak isteyen herkes gerçekten ne yapacağının farkında mı? Interrail; seçtiğiniz sınıftaki vagonlarda, fazladan sadece rezervasyon, kuşet gibi farkları ödeyerek tren yolculuğu yapmanızı sağlayan bir ön ödemeli biletten başka bir şey değil aslında.. Bu bilete bu derece anlam yükleyen şey ise trenden trene atlarken gördüğünüz manzaralar; tanıştığınız, sizinle aynı macerayı yaşamaya çalışan insanlar; kilolarca ağırlıktaki sırt çanta(ları)nız; vardığınız istasyonlar ve onların ev sahibi olan şehirler..

O yüzden karar verme aşaması öncelikle gidilecek yerin belirlenmesi ile başlamalı; çünkü bu, trenden trene atlarken gördüğünüz manzaralar olacak.. Hangi manzarayı merak ediyorsanız oraya gidin.. Herkes Paris'e gidiyor diye Paris'e gitmeyin mesela.. Paris'te gerçekten merak ettiğiniz, ilgi duyduğunuz şeyler varsa Paris'e gidin..

Sonra sıra geldi yoldaşınız olup olmayacağına, olacaksa kaç tane olacağına.. Çünkü bu; tanıştığınız, sizinle aynı macerayı yaşamaya çalışan insanların sayısını belirleyecek.. Unutmayın, ne kadar çok yoldaşınız olursa o kadar az insanla tanışırsınız, çünkü eğer grubunuz varsa başkasına ihtiyaç duymazsınız.. İşte bu yüzden, bence en mantıklı backpacking yalnız yapılandır.. Eğer yalnız olmayı riskli buluyorsanız da bir yoldaş kafidir.. Bir yol macerasının en güzel yanı bin bir çeşit insanı tanımaktır, yakın arkadaşlarınızla fazla vakit geçirmek değil.. Yakın arkadaşlarınızla mahalle kahvesinde bile güzel vakit geçirebilirsiniz ama Yahudi nefreti yüzünden İsveç'e iltica etmiş bir Leh teyze her gün evin önünden geçmiyor.. Interrail, insan hikayeleridir..

Sıra geldi zaman ve süre düşünmeye.. Bu da sırt çantanızın ağırlığını; trenlerdeki, kaldığınız yerlerdeki, gezdiğiniz şehirlerdeki huzurunuzu belirleyecek.. Çünkü temmuz ayının tren yoğunluğu ile eylül ayının trenleri asla aynı olmayacak.. Eylülde üçlü koltuğa uzanarak yolculuk edebileceğiniz trende, temmuzda ayakta dikelmek zorunda kalabilirsiniz.. Ya da eylülde on dakika sıra beklediğiniz bir müze için temmuzda 2 saat sıra bekleyebilirsiniz.. Ayrıca, otuz gün için hazırladığınız ve taşıdığınız çanta da on günlük bir yolculuk için hazırlayacağınız çanta ile aynı olmayacak.. O yüzden ne kadar uzun bir macera yaşayacağınızı, hem çantanıza hem de rotanızdaki gitmek istediğiniz yerlere göre belirlemek en mantıklısı..

Sonuç olarak, karar verme aşamaları ve bu aşamaların sıralaması önemli.. Sonraki yazılarda bunların ayrıntılarına gireriz..

Not: http://formspring.me/mavigozluev üzerinden bu dizide yer verilmesini, açıklığa kavuşmasını istediğiniz konuları iletebilirsiniz..

(Bu seferki fotoğrafı başka siteden aldım, benim değil..) :)