4 Temmuz 2011 Pazartesi

Pencere

Yazmakta zorlandığı, duygularını kafasına oturtamadığı zamanlar o pencereye giderdi.. En sevdiği kentin, en sevdiği semtinde, uluslararası bir kahvehane tarafından işletilen o binanın penceresi.. O pencerenin önündeki masaya, ama hep aynı masaya oturup etrafı seyreder; insanları, kuşları gözler; onların hayatını düşünür; bazen de notlar alırdı.. Oradan etrafı seyretmenin, yazmak istediklerini orada toparlamanın ve yazdıklarında orayı anlatmanın garip olduğunu düşünürdü.. Eskinin şairleri, romancıları İstanbul'daki gazinoları, mahalle kahvelerini, pasajları, meyhaneleri anlatırken; yeni yetme yazarların, saçma sapan isimleri olan, sıkış tepiş mekanlardan bahsetmek zorunda kalması ona garip hissettiriyordu.. Eski öykülerin Bebek Gazinosu yoktu mesela artık, onun semtinde acayip isimli barlar vardı..

Bir gün yine kafa toplama niyetiyle gittiği o pencerede, amaçsızca insanları seyrederken buldu kendini.. "Belki de seyrettiğim insanların hayatından bir şeyler çıkarırım" diye düşünerek not almak için bir kağıt çıkardı, etrafı dikizlemeye devam etti.. Parlayan bir güneş, yan taraftaki otelin denize nazır terası, o terasta öğle yemeklerine çullanmaya hazırlanan yaşlı kadınlar, onların siparişlerini almak için gelen garson, tam arkalarına tünüp onları dikkatle süzen martı, parmaklarının ucunda yürüyen bir insan gibi sakin sakin ilerleyen bir vapur, en önemlisi ve en güzeli de o vapuru taşıyan, yaşlı kadınlara gülen, martıyı besleyen Boğaziçi.. Denizi güzel yapan şey sonsuzluğudur aslında, ama Boğaz'da sonsuzluk duygusunu tadamazsın.. Hemen ötede Kandilli, Kanlıca, Çengelköy dizilir çünkü.. Belki de karşı kıyısı bu kadar kolay görünen deniz sadece İstanbul'da olduğu için Boğaziçi bu kadar özeldir..

Not aldığı kalem elinde, kadın grubunu incelemeye başladı önce.. 60 küsur yaşlarındaydılar.. İstisnasız hepsinin sarıya boyanmış, küt kesilmiş, kabartılmış saçları vardı.. Birbirlerini dinlemiyorlardı, hepsi aynı anda konuşuyordu.. Kimsenin dinlemediğini bildikleri halde konuşmaktan geri kalmıyorlardı.. Onlar için önemli olan kendilerini dinleyen birilerinin olması değil, akıllarına geleni söyleyebilmekti.. Konuşan kadınların hepsini aynı anda dinleyen tek canlı varlık, arkalarına tünen martıydı.. İstese hemen o uğultuların arasından kaçabileceği halde büyük bir sabırla bekliyordu orada.. Tüylerine güneş vurdukça, bembeyaz, heybetli bir heykel gibi görünüyordu.. Ne kadar da özgürdü aslında.. Yapmak istediği her şeyi yapabilirdi, çünkü yapmak isteyebileceği şeyler kısıtlıydı.. Martı olmak ne güzel.. Balık yemek istese denize dalıp yerdi, uğultucu teyzelerden kaçmak istese arkasında toz bile bırakmadan kaçardı, Boğaz'ı seyretmek istese hiç bir insan evladının sahip olamayacağı manzaraya sahip olabilirdi.. Ama bütün bu güzel, özgür ömrün de bir falsosu vardır.. Bir martının hayatındaki en büyük çelişki, sürekli balıkla beslendiği halde asla rakının tadına bakamamasıdır.. Martının hayatının tek bir çelişkisi varken, uğultucu kadınlara hizmet eden garsonun hayatı çelişkilerle doludur.. Mesela bir haftalık maaşını, gürültücü teyzelerin bir saatlik harcaması olarak götürür kuruşu kuruşuna kasaya sayar.. Ona ailesi öyle öğretmiştir ve ahlaklı oğullarıyla gurur duyuyorlardır muhtemelen.. Ahlaklı olmasına ahlaklıdır ama onun bir hafta çalışarak kazandığını bir saatte harcayanlar da vardır.. Ahlak, ahlak kaidelerini çıkaran güruhtan başka kimseye bir yarar sağlamaz.. O yüzden her küçük topluluğun kendine göre bir ahlak anlayışı vardır ve o topluluğun çobanları kendilerini daha güvende hissetmek için kurarlar ahlak kavramını.. Kimileri kurar, kimileri uyar.. Kuranlar hayatlarını yaşarken, uyanlar kuru bir hayat yaşayarak ölmeyi beklerler.. Bütün beklentileri sakin bir ölümdür aslında..

Gözlerini gürültücü teyzelerden çekip yakınındaki çemberde olup biteni anlamaya koyuldu.. Uluslararası kahvehanede, yanındaki masada, hayattaki en büyük derdi ayakkabısının üzerindeki taşların düşmesi olan bir yeni yetme kız oturuyordu.. Bu sonuca, kızın annesiyle yaptığı telefon görüşmesini dinleyerek varmıştı.. Ne kadar ayıptı yaptığı, sıradan bir insanın mantığıyla düşünülse.. Telefon görüşmesinin, duyabildiği kısmını kendince gözden geçirirken, gençleri eleştirmek için fazla genç olduğu geldi aklına.. Belki de gençler hakkında böyle düşünmeye başladığına göre ruhu ve mantığı, bedenine inat, bedeninden daha hızlı yaşlanıyordu..

Sonra güneş gitti yavaş yavaş.. Dışarının aydınlığı biraz azalınca, pencerede kendi yüzünü görmeye başladı.. O an, kafasını ne kadar çok şeye yorduğunu düşünüp kendi haline üzüldü.. Bu arada, arabalardan ne kadar çok egzoz dumanı çıkıyor.....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder