22 Şubat 2011 Salı

Dilenci


Çoğu sabah, işyerine giden caddeyi geçerken izlerdi dilenciyi uzaktan.. Her sabah aynı saatlerde, aynı yerde.. Ne kadar az şeye sahipti dilenci.. Üstündeki pantolon, gömlek, kazak, hava soğuksa yırtık kaban, önüne açtığı beyaz, tozlu mendil.. Hepsi oydu işte.. Ama bundan gocunuyor gibi bir hali yoktu ki dilencinin.. Sahip olmanın insana aşıladığı tatmin duygusuna bağışıklık kazanmış gibiydi.. Zaten dünyaları verseler de almayacaktı sanki.. Dilenirken de kimsenin peşinden koşmazdı bu yüzden, yalvarmazdı üç kuruş için.. Kalender dilenci mi olurmuş? Vardı işte.. Üzerindekilerin eskiliğini, yıpranmışlığını görmesen onu dünyanın en gözü tok insanı zannederdin..

Adam buna anlam veremezdi haliyle.. Çünkü onun için hayatın anlamı savaşmaktı.. Başkalarının alamadıklarını almak, olamadıklarını olmak, olamadıklarıyla olmak.. Çırpınırdı bunlar için.. Bunları amaç edinen bir insanın, gözü yırtık bir kabandan başkasında olmayan biriyle karşılaşması ilginç geliyordu ona.. Belki de bundan, her sabah o caddeden geçerken gözü dilenciye takılı kalırdı.. Kendisiyle tamamen zıt bir insan.. Yıllar önce kaybettiği ikizini arayan insanlar vardır hani, işte o da kendisinin tümden zıttı olan birini bulmuştu yıllar sonra..

Bir gün, üzerine fildişi kulelerini inşa ettiği toprak kaydı.. İflas etmişti.. Bugüne kadar, kendi gözüyle bakıldığında, başardığı ne varsa; sadece birkaç telefon görüşmesiyle ayaklarının altından çekildi.. Başından ayağına kadar yoğun, acı veren bir ateş hissediyordu bedeninde.. Yutkunamıyordu.. Ne yere yığılabiliyor ne ayakta durabiliyordu.. Dünya onun için, dönmeyi bırakmıştı..

İşyerinden ayrıldı.. Zaten artık onun falan da değildi işyeri.. Basit bir binaydı onun gözünde.. Soğuğu yüzünde hissetmeye çalıştı ateş belki söner umuduyla.. Ateşini biraz dindirip biraz da nefes alınca gözlerini aralayabildi.. Gözüne ilk çarpan, her zamanki yerinde oturan dilenci oldu.. Sanki hayat durmuş gibi yürüdü dilencinin bulunduğu yere doğru, ne dilenci ne de yoldan geçenler onun dilenciye doğru yürüdüğünü görmüyormuş gibi.. Dilencinin yanına varınca hiçbir şey çıkmadı ağzından.. Daha önce dilenciyle konuşmayı hiç düşünmüş müydü, konuşsa neler diyeceğini kurmuş muydu kafasında? Laf! Dilenci kimdi ki? Ama dilenci anlamıştı onun derdini.. Hiçbir şey anlatmadan anlayan arkadaşlar vardır hani, işte o da anlatmadan anlayan arkadaşını bulmuştu yıllar sonra..

"Mutsuzsun.." dedi dilenci.. "Ya sen? Sen mutlu musun?" dedi adam..

-Senin neye mutluluk dediğini biliyorum.. Senin mutluluk dediğin şeye göre mutsuzum, benim mutluluk dediğim şeye göre mutluyum..
-Nedir senin mutluluk dediğin?
-Yarışmamaktır başkalarıyla.. Ve özlememektir.. Özlemek de insanın kendi geçmişiyle yarışmasıdır çünkü.. Yarışmam ne başkalarıyla ne geçmişimle.. Ben sadece kendim, şu an varım hayatta.. Tek başıma şimdiyi yaşıyorum.. Kimseye muhtaç değilim.. Başkalarıyla yarışıyorsan onlara muhtaçsındır.. Yarışmak için kendinden başka birileri de olmalıdır çünkü etrafında.. Yalnızlığın üzerine kurduğun bir hayatta kimseyle yarışamazsın, bu yüzden kimseye muhtaç da olmazsın.. Ve özlemem geçmişimi.. Geçmişimde yarışçıydım çünkü, sildim o günleri.. Eğer özleseydim geçmişimi, hep daha iyisine şartlanırdım.. Geçmişimle yarışırdım yani.. O zaman geçmişe muhtaç yaşamış olurdum ve hiç tat alamazdım bugünden.. İşte bu yüzden, ne diğer insanlarla ne geçmişimle yarışmadığım için yani, ben mutluyum hayatımdan..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder