10 Ekim 2010 Pazar

İkisi

"Benim bardağıma buzu bir fazla koymayı unutma!" diye seslendi bahçeden.. "Bilirsin ki ılık rakıdan nefret ederim." Gerçekten de öyleydi.. Bu yalnız ve huysuz ihtiyar, yılların getirdiği olgunluk ve dinginlikle hayattaki pek çok şeye tahammül etmeyi öğrenmişti, fakat rakısının istediği kadar soğuk olmamasına hala katlanamıyordu.. Keyif aldığı şeylerin zamanla azalmasına içerler, hiç olmazsa rakıyı keyfiyle içmenin derdine düşerdi.. Eski dostu, onun bu huyunu iyi bilirdi.. Kendi kadehine 2, dostunun kadehine 3 buz attı.. İki eski dost, nöbetini diğer yıldızlara teslim edip uzaklardaki tepelerin arkasına uyumaya giden güneşe ve ekim ayının gelmesiyle birlikte son dingin günlerini yaşayan denize selam durup ilk yudumlarını aldılar..

Ne kadar yıldır dost olduklarını unutmuştu ikisi.. Tek bildikleri ne olursa olsun birbirlerinden ayrılamadıklarıydı.. Çok farklı koşulları yaşamak zorunda kalmışlardı geçen yıllarda.. Çok farklı hayatların içindelerdi.. Ama eninde sonunda vardıkları yer, denizle bütünleşmiş bu sakin, fazla keşfedilmemiş Ege kasabası olmuştu.. Etraflarındaki herkes hayal ederdi bunu, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşmeyi.. Ama Egeli olmayanlara göre değildir aslında bu hayal.. Ege; her çocuğun başını okşayan, ama sadece kendi evlatlarını kucaklayan bir annedir.. Bu iki eski dostun şansları, aslında Egeli olmaları, Ege'de büyümeleriydi.. Bir de birbirlerinden hiç kopmamış olmaları.. Bu iki sebepten, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşme fikri, çocukça bir hayal olmaktan öteye geçmişti onlar için..

Geçmişin muhasebesini yapacak değillerdi artık, bunun için yeterince fırsat bulmuşlardı bu zamana kadar.. Gelecek hesabı yapmak ise çok kısa sürüyordu, hesaba katılacak çok fazla zaman kalmadığının farkındaydı iki dost.. Ne geçmiş, ne gelecek iyi bir rakı mezesi değildi onlar için.. Onlar rakının yanında birer tabak şimdi alırlardı.. En keyiflisi de buydu; şimdiyi konuşmak.. Yani denizi, yani balığı, yani rakıyı, yani manzarayı, batan güneşi, yıldızları, dolunayı, mehtabı...

Şimdi muhabbetine devam ederlerken kısa bir sessizlik oldu.. Rakıyı çok buzlu seven huysuz ihtiyar, gelecek hakkında kurduğu cümleyle bozdu sessizliği:

-Fazla zamanımız kalmadı aslında.. Sence ne kadar daha idare ederiz?
-Senin kadehin ısındı yine.. Bu konu nereden çıktı?
-Yo, onunla ilgisi yok.. Gerçekten yolun sonundayız artık..
-Nereden biliyorsun yolun sonunda olduğumuzu, belki hep burada kalırız biz?
-Şakayı bırak, ölmeyen var mı?
-Kimse ölmüyor ki..

Rakıyı buzlu seven huysuz ihtiyar, bu konuya girdiğine pişman olmuştu.. Belli ki saçmalayacaktı dostu.. Ancak diğeri, düşündüklerini eski dostunun anladığı dilden anlatmayı iyi biliyordu:

-Her futbolcu, her maçı 90 dakika boyunca oynayabilir mi?
-Eğer maç içinde çok yorulursa oynayamaz..
-Oyundan çıktıklarında ne olur?
-Oyuna daha dinç, daha taze biri girer onun yerine..
-İşte öyle.. Futbolu bırakmıyor aslında hiç kimse.. Yorulanlar oyundan çıkıyor, yerlerine dinç olanlar giriyor.. Eğer insan ne kadar çok koşarsa oyun sırasında, o kadar erken çıkması gerekiyor sahadan.. Yerini kendinden daha taze birine devrediyor..
-Peki, oyundan çıktığımız zaman bize ne olacak?
-Ne olabilir? Yedek kulübesinden oyunun devamını seyredeceğiz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder