16 Ekim 2010 Cumartesi

Yazık, Deli Galiba

Bir insan bir nesneden, herhangi bir eşyadan ne kadar nefret edebilirse o kadar nefret ediyordu çalar saatinden.. Aslında uyumayı çok seven biri değildi, uykuyu vakit kaybı olarak gördüğü bile olurdu, ama sabahları zorla, tiz bir ses tarafından uyandırılmak.. İşte buna hala alışamamıştı..

Olağan çalar saate sövme seansını tamamladıktan sonra yorganını kaldırdı.. Havanın soğuk olduğunu anlayınca geri kaçtı sıcacık yatağa.. Bir süre yorganın altında saklandıktan sonra bunun hiçbir faydasının olmadığını, eninde sonunda yorganın dışındaki soğukla yüzleşmek zorunda kalacağını anladı.. Usulca tekrar kaldırdı yorganı.. Bir seferde dışarı attı kendini.. Hani denize yavaş yavaş girmeyi denersen soğuk gelir giremezsin de bir seferde atarsan kendini çabucak alışırsın, işte bunu düşündü ve uyguladı.. Hemen sandalyesinin üstündeki ceketini geçirdi sırtına, mutfağa gidip sade, şekersiz, ağır bir kahve yaptı kendine.. Hem ısındı hem ayıldı kahve sayesinde.. Bütün gece camından ayrılmayan yağmur cama vurmak konusundaki ısrarına devam ediyordu.. Saat çok ilerlemeden evden çıkması gerektiğini hatırladı.. Kahveden istediği faydayı almış olmanın verdiği şımarık tavırla hala yarısına kadar dolu olan fincanı pencerenin önündeki küçük mutfak masasına bıraktı.. Giysi seçimi konusunda her sabah yaşadığı kararsızlığı fazla yaşamadı, bugün ne giydiğinin bir önemi olmadığı fikrindeydi.. Bakmaya bile gerek duymadan bir şeyler çıkardı gardıroptan.. Onları giydi ve çıktı evden..

Sokağa inince bütün gece pantolonunun cebinde kalan Ipod'u sıkıştığı yerden kurtardı, kulaklıklarını kulağına taktı.. Karışık çalmak üzere kurulmuş Ipod, günün ilk şarkısı olarak MFÖ'den "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da"yı seçmişti.. Cihangir'in arka sokaklarını küçük ama sık adımlarıyla geride bırakmıştı bir kaç şarkı sonra, Taksim'e varmak üzereydi.. Kafasında, bağlandığı yerden kurtulmuş binlerce uçan balon dolanıyordu.. Yükseğe çıktıkça kafasının içindeki duvarlara takılıyorlar, içeride kopan fırtınalar onları alaşağı edince yeniden süzüle süzüle yükseliyorlardı.. Balonların sadece bir tanesinin rengi diğerlerinden farklıydı.. Hepsinden daha solgundu o..

Balonları kafasının içinde döndüren fırtına iyice şiddetlendi Taksim'e geldiğinde.. Otobüs duraklarını geçip Gezi Parkı'na giden mermer basamakları çıktı.. En üst basamağa geldiğinde durdu, etrafındaki hengameye baktı, acı acı sırıttı.. Bütün gücüyle; "Beni dinleyin!" diye bağırdı.. Hengame onu duydu.. "İçimde herhangi birinize karşı en ufak bir samimiyet beslemiyorum.. İstesem de besleyemiyorum.. Saygısız, ikiyüzlü, açgözlü, doyumsuz iğrenç varlıklarsınız.. Başkalarının ne yaşadığıyla o kadar ilgileniyorsunuz ki kendi hayatınızı yaşamaktan acizsiniz.. Hayatınız, birbirinize aşıladığınız lanet olası korkularınız yüzünden heba oluyor ve bu saçmalığı durdurmak hiçbirinizin aklına gelmiyor.. Kendi hayatını yaşamayı akıl edenleri, zevk aldıkları şeyleri özgürce yaşamak istedikleri için pislik olarak yaftalıyorsunuz.. Düşünme özürlüsünüz.. Elimde olsa hiçbirinizin aldığı nefesle yaşadığım dünyayı kirletmesine müsaade etmem!"

Birkaç saniyeliğine merdivenlerin etrafındaki kalabalık gerçekten de onu dinlemişti.. Kalabalığın parçalarından biri; "Yazık, deli galiba.." dedi.. Diğerlerine göre daha solgun renkte olan balon patladı.. Ipod'da Queen'den "The Show Must Go On" çalıyordu.. Kalabalık, kalabalık yaratmaya geri döndü..

1 yorum:

  1. zaten bir vazgeçebilsek başkalarının ne yaptığıyla ilgilenmekten. herşey daha güzel olacak..

    YanıtlaSil