24 Ekim 2010 Pazar

Seçim

Sebebini anlayamadığı bir sıkıntı hissediyordu.. Hani aslında ortada can sıkacak bir durum yoktur ama taş yutmuş gibi sıkışır ya mide... İşte öyle.. Yürümeye karar verdi; açık hava iyi gelecekti sözde.. Bilhassa bilmediği caddeleri, sokakları seçerdi eğer yürümekteki amacı kafa dağıtmaksa..

Hiç bilmediği bir caddeye vurdu kendini.. Sokaklara daldı, sonra ara sokaklara.. Sokakları geride bıraktıkça ıssızlık ve sessizlik artıyordu.. Kimseler görünmüyordu etrafta.. Bu durumdan ürpermek bir yana, gittikçe huzur doluyordu içi.. Midesine oturmuş taş kendiliğinden küçülüyordu olduğu yerde.. Sokakların arasında kaybolmaya devam ederken; ağaçların, çiçeklerin, sarmaşıkların arasında kalmış geniş bir kapı gördü.. Her biri aynı olan evlerin bulunduğu bir sokağın başıydı bu.. Sokağın iki ucundaki geniş kapılarla ayrılıyordu diğer sokaklardan.. Yeşillikler içindeydi.. Sokak başındaki kapılardan biri açıktı, merakına yenilip girdi.. Sokağın sonuna kadar yürüdü.. Karşılıklı, tek tip, ahşap kapıları olan, taş evler.. Üzerinde yürüdüğü kaldırım ve yol da, evlerle uyum sağlamak istercesine, taşlarla döşeliydi.. Ahşap kapılar kapalıydı.. Ne sokakta kendisinden başka birisi vardı, ne de evlerden sesler geliyordu.. Terk edilmiş gibiydi sokak.. Geride bıraktığı diğer sokakların aksine kedi, köpek bile yoktu.. Sokağın sonuna doğru bir ev fark etti.. Kapısı açıktı, içeriden müzik sesi geliyordu.. Eski bir gramofon, bir plak.. Nedendir bilinmez içeriye girmekte hiçbir çekince görmedi.. Normal zamanda asla yapmayacağı bu davranış, ortalıkta nefes alan tek bir canlının bile olmamasının verdiği merak yüzünden hiç yanlış gelmemişti ona..

İçeriyi daha geniş halde görebilmek için kapıyı eliyle hafifçe itti, o anda kapı beklediğinden çok daha yüksek bir sesle gıcırdadı.. Gramofonun sesi kesildi.. Bir anda geri dönüp kaçmak istedi ama ona seslenildiğini duydu: "Hoşgeldin.." Ses üst kattan geliyordu ve taş evin ahşap merdivenleri de hoş karşılandığını söyleyen sesle aynı anda gıcırdamaya başladı.. Olduğu yerde kaldı ve neyle karşılaşacağını beklemeye başladı.. Merdivenlerden aşağıya beyaz, tek parça bir elbisenin içinde güneş kadar sarı, upuzun saçlı; gökyüzü kadar mavi gözlü; kar kadar beyaz tenli genç bir kadın indi.. Hayatında hiç bu kadar güzel bir kız görmemişti.. Yuttuğu dili tekrar yerine gelince sorabildi:

-"Sen kimsin ve neden ortalıkta kimse yok?"
-"Aptal olma, bir rüyadasın, bu rüyada sadece sen ve ben varız.."

Rüya gördüğünü ilk o zaman anladı.. Bu kadar huzur, bu kadar sükunet, bu kadar güzel bir insan evladı ancak bir rüyada var olabilirdi zaten, çoktan anlaması gerekirdi.. İşin güzel yanı, artık midesindeki taşı hissetmiyordu.. Ne var ki, bir rüyanın içinde yaşıyor olmak ve bunu başkasından duyana kadar fark edememek onu korkuttu.. Yatağın içinde doğruldu, üzerindeki yorganı ayaklarıyla itti.. Zaten gün başlamıştı çoktan, ayakta olması gerekiyordu..

Ertesi gece yine girdi aynı sokaktan içeri.. Yine sokak kapılarından biri açıktı.. Yine sokakta kimsecikler yoktu ve yine tek bir evin kapısı açıktı.. Bu kez her şeyi baştan bildiği için çok sakindi eve girerken.. Evin güzel sahibini yakından tanıyacak cesareti vardı artık.. Öyle de oldu.. Sanki yıllardır bu insanı arıyormuş gibi konuşuyordu onunla.. Yakın hissediyordu onu kendine, her şeyi anlatıyor, her şeyi soruyor, her şeyi dinliyordu.. Kendisine bu kadar yakın hissedecek birinin açlığı içindeydi ve bu açlığı rüyasında da olsa doyurma imkanı bulmuştu.. Ertesi gece yine aynı sokağa gitti.. Ertesi gece yine ve ertesi gece yine... Artık her gece o sokağa gidiyor, onunla buluşuyordu.. Aralarında çok kuvvetli bir aşk vardı.. Şaşırıyordu olan bitene.. Hayalinde yarattığı bir kadınla aşk yaşıyordu.. Herkesten daha yakın hissediyordu onu.. Hiç kimseye anlatamadıklarını ona anlatıyordu..

Bir gün rüya bitip de uyandığında, kendini ne kadar mutlu hissettiğini anladı.. Onu sıkan her şeyi unutmuştu.. Sadece geceleri yaşadığı, kimseye anlatamadığı ama yine de tutkuyla bağlandığı bir aşk vardı içinde.. Uzun zamandır böyle hissetmemişti, rüya bile olsa bu duyguyu hatırlamak çok iyi gelmişti ona.. Yaşam sevinci dedikleri şeyle dolmuştu içi.. Hemen gece olsun istiyordu.. Hemen uykuya dalmak, hemen kavuşmak.. Kendisine bile itiraf edemese de bir rüyaya delicesine aşıktı.. Bir rüya, onun için vazgeçilmez olmuştu..

Bu düşüncelerle geçirdiği günün gecesinde hiç rüya görmedi.. Bir gün rüya görememek onu endişelendirmedi.. Ama ertesi gece yine rüya görmedi.. Ertesi gece yine ve ertesi gece yine... Artık rüyayı bir daha göremeyeceğini düşündü.. Eski sönük, mutsuz, umutsuz geceler geri dönmüştü.. O gece, O'nu tekrar gördü.. Hasretle sordu:

-"Nerelerdeydin? Seni göremeyince çıldıracak gibi oldum..
-"Bunu bilmek zorundaydın.. Ben sadece uykuya mutsuz daldığın gecelerde varım.. Ya mutsuz bir hayatı kabulleneceksin, ya da beni bir daha göremeyeceksin.."

16 Ekim 2010 Cumartesi

Yazık, Deli Galiba

Bir insan bir nesneden, herhangi bir eşyadan ne kadar nefret edebilirse o kadar nefret ediyordu çalar saatinden.. Aslında uyumayı çok seven biri değildi, uykuyu vakit kaybı olarak gördüğü bile olurdu, ama sabahları zorla, tiz bir ses tarafından uyandırılmak.. İşte buna hala alışamamıştı..

Olağan çalar saate sövme seansını tamamladıktan sonra yorganını kaldırdı.. Havanın soğuk olduğunu anlayınca geri kaçtı sıcacık yatağa.. Bir süre yorganın altında saklandıktan sonra bunun hiçbir faydasının olmadığını, eninde sonunda yorganın dışındaki soğukla yüzleşmek zorunda kalacağını anladı.. Usulca tekrar kaldırdı yorganı.. Bir seferde dışarı attı kendini.. Hani denize yavaş yavaş girmeyi denersen soğuk gelir giremezsin de bir seferde atarsan kendini çabucak alışırsın, işte bunu düşündü ve uyguladı.. Hemen sandalyesinin üstündeki ceketini geçirdi sırtına, mutfağa gidip sade, şekersiz, ağır bir kahve yaptı kendine.. Hem ısındı hem ayıldı kahve sayesinde.. Bütün gece camından ayrılmayan yağmur cama vurmak konusundaki ısrarına devam ediyordu.. Saat çok ilerlemeden evden çıkması gerektiğini hatırladı.. Kahveden istediği faydayı almış olmanın verdiği şımarık tavırla hala yarısına kadar dolu olan fincanı pencerenin önündeki küçük mutfak masasına bıraktı.. Giysi seçimi konusunda her sabah yaşadığı kararsızlığı fazla yaşamadı, bugün ne giydiğinin bir önemi olmadığı fikrindeydi.. Bakmaya bile gerek duymadan bir şeyler çıkardı gardıroptan.. Onları giydi ve çıktı evden..

Sokağa inince bütün gece pantolonunun cebinde kalan Ipod'u sıkıştığı yerden kurtardı, kulaklıklarını kulağına taktı.. Karışık çalmak üzere kurulmuş Ipod, günün ilk şarkısı olarak MFÖ'den "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da"yı seçmişti.. Cihangir'in arka sokaklarını küçük ama sık adımlarıyla geride bırakmıştı bir kaç şarkı sonra, Taksim'e varmak üzereydi.. Kafasında, bağlandığı yerden kurtulmuş binlerce uçan balon dolanıyordu.. Yükseğe çıktıkça kafasının içindeki duvarlara takılıyorlar, içeride kopan fırtınalar onları alaşağı edince yeniden süzüle süzüle yükseliyorlardı.. Balonların sadece bir tanesinin rengi diğerlerinden farklıydı.. Hepsinden daha solgundu o..

Balonları kafasının içinde döndüren fırtına iyice şiddetlendi Taksim'e geldiğinde.. Otobüs duraklarını geçip Gezi Parkı'na giden mermer basamakları çıktı.. En üst basamağa geldiğinde durdu, etrafındaki hengameye baktı, acı acı sırıttı.. Bütün gücüyle; "Beni dinleyin!" diye bağırdı.. Hengame onu duydu.. "İçimde herhangi birinize karşı en ufak bir samimiyet beslemiyorum.. İstesem de besleyemiyorum.. Saygısız, ikiyüzlü, açgözlü, doyumsuz iğrenç varlıklarsınız.. Başkalarının ne yaşadığıyla o kadar ilgileniyorsunuz ki kendi hayatınızı yaşamaktan acizsiniz.. Hayatınız, birbirinize aşıladığınız lanet olası korkularınız yüzünden heba oluyor ve bu saçmalığı durdurmak hiçbirinizin aklına gelmiyor.. Kendi hayatını yaşamayı akıl edenleri, zevk aldıkları şeyleri özgürce yaşamak istedikleri için pislik olarak yaftalıyorsunuz.. Düşünme özürlüsünüz.. Elimde olsa hiçbirinizin aldığı nefesle yaşadığım dünyayı kirletmesine müsaade etmem!"

Birkaç saniyeliğine merdivenlerin etrafındaki kalabalık gerçekten de onu dinlemişti.. Kalabalığın parçalarından biri; "Yazık, deli galiba.." dedi.. Diğerlerine göre daha solgun renkte olan balon patladı.. Ipod'da Queen'den "The Show Must Go On" çalıyordu.. Kalabalık, kalabalık yaratmaya geri döndü..

12 Ekim 2010 Salı

140 karaktere sığdıramadım

Aklımda bir mesele var 2 gündür, resmen taktım.. Twitter'da bir cümleyle özetlerim diye düşünmüştüm.. Sonradan 140 karakterle anlatılamayacağına karar verdim.. Takıntım nedir?

Bence "tavsiye" kavramı gereksiz bir kavram.. Gidilen bir restoranı, gezilen bir şehri tavsiye etmekten bahsetmiyorum.. Örneğin, yaşını başını almış insanlara yöneltilen; "gençlere verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?" sorusu.. Okuduğum röportajlarda dikkat ediyorum, bu soruyu duyan başlıyor anlatmaya.. Bence bir insan hayatta iyi bir yerlere gelecek vasfı taşıyorsa tavsiyeye ihtiyaç duymaz.. Çünkü, bu tavsiyeler genelde insanlara nerede bulunmaları, nasıl davranmaları, ne yapmaları gerektiğini söyler ki o vasfı taşıyan insanlar nerede, ne yapacaklarını bilen insanlardır.. Ne yapması, nerede bulunması gerektiğini bilmeyen insanlarsa, ne kadar tavsiye alsalar dahi belli bir sınırın üzerine çıkamazlar, o vasfı taşımıyorlardır.. Yani, gençlere tavsiye veren "saygın" isimler; üzgünüm ama tam bir vakit kaybısınız..

İşte buna takılmıştım, bunları yazmak bana dert olmuştu 2 gündür.. Yazdım ve artık rahatım.. :)

10 Ekim 2010 Pazar

İkisi

"Benim bardağıma buzu bir fazla koymayı unutma!" diye seslendi bahçeden.. "Bilirsin ki ılık rakıdan nefret ederim." Gerçekten de öyleydi.. Bu yalnız ve huysuz ihtiyar, yılların getirdiği olgunluk ve dinginlikle hayattaki pek çok şeye tahammül etmeyi öğrenmişti, fakat rakısının istediği kadar soğuk olmamasına hala katlanamıyordu.. Keyif aldığı şeylerin zamanla azalmasına içerler, hiç olmazsa rakıyı keyfiyle içmenin derdine düşerdi.. Eski dostu, onun bu huyunu iyi bilirdi.. Kendi kadehine 2, dostunun kadehine 3 buz attı.. İki eski dost, nöbetini diğer yıldızlara teslim edip uzaklardaki tepelerin arkasına uyumaya giden güneşe ve ekim ayının gelmesiyle birlikte son dingin günlerini yaşayan denize selam durup ilk yudumlarını aldılar..

Ne kadar yıldır dost olduklarını unutmuştu ikisi.. Tek bildikleri ne olursa olsun birbirlerinden ayrılamadıklarıydı.. Çok farklı koşulları yaşamak zorunda kalmışlardı geçen yıllarda.. Çok farklı hayatların içindelerdi.. Ama eninde sonunda vardıkları yer, denizle bütünleşmiş bu sakin, fazla keşfedilmemiş Ege kasabası olmuştu.. Etraflarındaki herkes hayal ederdi bunu, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşmeyi.. Ama Egeli olmayanlara göre değildir aslında bu hayal.. Ege; her çocuğun başını okşayan, ama sadece kendi evlatlarını kucaklayan bir annedir.. Bu iki eski dostun şansları, aslında Egeli olmaları, Ege'de büyümeleriydi.. Bir de birbirlerinden hiç kopmamış olmaları.. Bu iki sebepten, emekli olunca sakin bir Ege kasabasına yerleşme fikri, çocukça bir hayal olmaktan öteye geçmişti onlar için..

Geçmişin muhasebesini yapacak değillerdi artık, bunun için yeterince fırsat bulmuşlardı bu zamana kadar.. Gelecek hesabı yapmak ise çok kısa sürüyordu, hesaba katılacak çok fazla zaman kalmadığının farkındaydı iki dost.. Ne geçmiş, ne gelecek iyi bir rakı mezesi değildi onlar için.. Onlar rakının yanında birer tabak şimdi alırlardı.. En keyiflisi de buydu; şimdiyi konuşmak.. Yani denizi, yani balığı, yani rakıyı, yani manzarayı, batan güneşi, yıldızları, dolunayı, mehtabı...

Şimdi muhabbetine devam ederlerken kısa bir sessizlik oldu.. Rakıyı çok buzlu seven huysuz ihtiyar, gelecek hakkında kurduğu cümleyle bozdu sessizliği:

-Fazla zamanımız kalmadı aslında.. Sence ne kadar daha idare ederiz?
-Senin kadehin ısındı yine.. Bu konu nereden çıktı?
-Yo, onunla ilgisi yok.. Gerçekten yolun sonundayız artık..
-Nereden biliyorsun yolun sonunda olduğumuzu, belki hep burada kalırız biz?
-Şakayı bırak, ölmeyen var mı?
-Kimse ölmüyor ki..

Rakıyı buzlu seven huysuz ihtiyar, bu konuya girdiğine pişman olmuştu.. Belli ki saçmalayacaktı dostu.. Ancak diğeri, düşündüklerini eski dostunun anladığı dilden anlatmayı iyi biliyordu:

-Her futbolcu, her maçı 90 dakika boyunca oynayabilir mi?
-Eğer maç içinde çok yorulursa oynayamaz..
-Oyundan çıktıklarında ne olur?
-Oyuna daha dinç, daha taze biri girer onun yerine..
-İşte öyle.. Futbolu bırakmıyor aslında hiç kimse.. Yorulanlar oyundan çıkıyor, yerlerine dinç olanlar giriyor.. Eğer insan ne kadar çok koşarsa oyun sırasında, o kadar erken çıkması gerekiyor sahadan.. Yerini kendinden daha taze birine devrediyor..
-Peki, oyundan çıktığımız zaman bize ne olacak?
-Ne olabilir? Yedek kulübesinden oyunun devamını seyredeceğiz..

8 Ekim 2010 Cuma

Diğer O

"Yanımda mısın?" diye sordu.. Elbette öyleydi, çoğu zaman hiç yalnız bırakmamıştı onu.. Bu sefer de öyle olacaktı.. Birlikte çıkacaklardı yürüyüşe, birbirlerinin adımlarını tamamlayacaklardı..

Kafasını saçaktan dışarı uzattığı anda yağmurla buluştu.. Bedenini öfkeli bir kuş gagalıyormuşcasına yağıyordu yağmur.. Şemsiyesine davrandı hemen, "o"nu ve kendisini öfkeli kuşlardan korumak için.. Yürüyordu.. Önceden belirlenmiş hiçbir şey yoktu kafasında.. Belli bir rota, belli bir amaç, belli bir süre.. Hiçbirinin önemi yoktu.. Önemli olan "o"nunla birlikte olmaktan aldığı hazzı uzatmaktı, adımlarında "o"nun ritmini hissedebilmekti.. Aşiyan mezarlığının arkasındaki bayırı takip ederek, ayakta durmak konusunda zamanla inatlaşan ahşap köşklerin arasından Hisar'a indi..

Sonbahar iyiden iyiye yerleşiyordu İstanbul'a ve bu mevsimi keyifli hale getiren şey, "o" yanındayken hiç bilmediği sokaklarda kaybolmak, sonra da bir şekilde sahile inebilmekti.. Tek başına, sağanak yağmurun altında onu gören taksiciler yavaşlardı muhtemel müşteri gördükleri için.. Ama o sevmezdi yağmurdan ayrılmayı.. Bazen ne kadar kızsa da yağmura, sonuçta yine kendini sokaklara atardı yağmur yağarken.. En sevdiği hava, yağmurun arkasından gelen serin, ferah havaydı; en sevdiği koku, yağmurun arkasından gelen toprak kokusu..

Yürüyüşü bitirip eve geldi.. Deniz havası almak iyi gelmişti ama yorgundu.. Bir an önce battaniyenin altına girmek istiyordu.. Bu da artık "o"ndan ayrılma vakti demek oluyordu.. Battaniyenin altına girdi, hemen daldı uykuya.. Kulaklarında hala "o"nun sesi vardı..

5 Ekim 2010 Salı

Zararlı gıdalar

Geçenlerde bir arkadaşımla yolda yürüyorduk.. Dünyadan habersiz bir biçimde, hiçbir şeyi umursamadan annesinin etrafında oynayan bir çocuk gördük.. Arkadaşım lafı ortaya bıraktı:

-O yaşa dönmek ister miydin?
+Hayır.. Bence her yaşın yaşanması gerekiyor.. Hepsi ayrı güzel, o yaştayken o yaş güzel geliyordu, şimdi bu yaş güzel geliyor..
-Garip.. İnsanların çoğu evet diyor bu soruya..
+Evet.. "İnsanların çoğu"..
-Doğru ya, senden bahsediyoruz..

Gerçekten haklı.. Ben de dikkat ediyorum, etraf tekrar çocuk olmak veya tekrar öğrencilik yıllarına dönmek için sırada bekleyen insanlarla dolu.. İnsanlar dertten, tasadan izole bir yaşam peşindeler.. "Azıcık aşım, kaygısız başım" diyen ataların torunları farklı düşünmeyecekti elbette..

Bu konu üzerine biraz kafa yorunca bir benzerlik keşfettim.. Benzerlik yemekler ve hayat arasında.. Tadını çok sevdiğimiz, yemekten çok zevk aldığımız yiyecekler genelde sağlık için çok da faydalı değildir.. Kocaman bir dilim baklavayı çok da gönül rahatlığıyla yiyemez insanlar.. Gönül rahatlığıyla kendini yediren bir sebze yemeği de çoğu insan için(istisnalar elbette var) o kadar keyifli değildir.. Yaşamaktan en çok keyif aldığımız anlar da, genelde sıkıntılı günleri takiben gelir.. Eğer baştaki sıkıntıyı göze alıyorsan, devamında hayat sana tatlıdır.. Dertten, sıkıntıdan kaçıyorsan, belki canın yanmaz ama olduğun yerde saymaktan öteye de gidemezsin..

Şu ara bir örneğini yaşıyorum.. Uzun zamandır hayalini kurduğum İskandinavya turuna çıkıyorum kasımda.. Yine vize alma işlemleri üstüme üstüme geliyor.. Saçma sapan prosedürler, ağır bürokrasi, suratsız konsolosluk görevlileri.. Bunların düşüncesiyle ne zaman bunalsam, bindiğim uçağın iniş takımlarının Stockholm'e ilk temas ettiği anı hayal ediyorum, bütün sıkıntı geçiyor.. Bu sıkıntı ne kadar fazla yaşanırsa, sıkıntıdan sonra yaşadığın anın kıymetini o kadar fazla biliyorsun gibi sanki..

O yüzden, zararlı şeyler yemekten korkmasın kimse.. Bir şekilde ondan kurtuluyorsun, aldığın haz yanına kâr kalıyor..

3 Ekim 2010 Pazar

Soru

Beni şahsen tanıyanların iyi bildiği bir şey var; özel günlere çok önem veririm.. "Özel gün"den kastım anneler günü, babalar günü, dedeler günü değil.. Gerçekten "özel" günler, yani kişiye veya kişilere özel günler.. Örneğin; doğum günleri, yıldönümleri.. Çoğu yakın arkadaşımın, ailemdekilerin doğum günlerini, yıldönümlerini ajandaya ihtiyaç duymadan kutlayabiliyorum.. Bu bir..

Çok sevdiğim bir yazı var.. E-postalarda gönderilmekten artık epey meşhur oldu.. Ama tipik bir "fwd: oha çok komik!!!!1" yazısı değil.. Bence oldukça anlamlı.. Bir yerinde şöyle bir cümle geçiyor: "Understand that friends come and go, but with a precious few you should hold on." Yani; bil ki arkadaşlar gelir ve gider, ama değerli olanlarını saklaman gerekir.. Bu iki..

"Özel" gün kutlamalarında kıstas samimiyet oluyor bence.. Bir insanla ne kadar yakınsak, kutlama o kadar sıcak ve içten oluyor.. Hediye almak gibi maddi göstergelerden söz etmiyorum, ama kutlama tarzlarımız o insanla aramızda olan samimiyeti yansıtıyor.. Gerçekten yakın olduğun ve sevdiğin birinin "özel" gününü kutlamak için onun yanında olursun.. Yanında olman imkansızsa, telefon açıp sesini duymak istersin.. Eğer fazla samimiyetin yoksa veya artık kalmamışsa, diğer yöntemleri denersin.. Bazı arkadaşlar arasında, bu kutlama ritüelleri yıllar geçtikçe olumlu ya da olumsuz yönde evrilir.. Olumlu evrilenler, yılların getirdiği samimiyet sayesinde, iki elleri kanda olsa birbirlerinin yanında olurlar.. Olumsuz evrilenler de unuturlar ve zamanla unutulurlar.. Bu da üç..

Bu üç madde nerede kesişir? Sorum budur.. Süreniz başladı.. Takıldığınız yerleri asistan arkadaşlara sorabilirsiniz..

Not: Bu vesileyle, dün fiziken ya da mesajlarıyla yanımda olan herkese teşekkür etmek isterim..

1 Ekim 2010 Cuma

Ben


Lise sınavlarına hazırlandığım yıllarda matematik dersi aldığım biri vardı.. Yaşı benden çok büyük değildi.. Sürekli idealist kişiliğinden dem vururdu.. Her daim değiştirmek istediği şeyler vardı.. Kavga halindeydi etrafında olup bitenle.. Bense o yıllarda çok farkında değildim dünyanın.. O sınava çalışmak falan bir zorunluluktu benim için.. Hep kendim için çalışmam gerektiği telkin edilse de, ben hep etrafımdakiler sussun diye çalışırdım.. Bir gün o idealist öğretmenle karşılıklı konuştuk.. "Ne için yaşıyorsun?" dedi.. "Değiştirmek istediğin bir şeyler yok mu?" Yoktu.. "Bir şekilde geldik dünyaya, yuvarlanıp gidiyoruz."

Uzunca bir süre de olmadı idealim falan, liseye başladığımda da epey tembeldim.. Ta ki lise döneminin ortalarında siyasetle ilgilenmeye başlayıncaya kadar.. O andan itibaren uzunca süre bir şeyleri değiştirmek zorunda hissettim kendimi.. Başkaları hep yanlış yapıyordu, o yanlışı sadece ben görebiliyordum ve değiştirmeliydim.. En iyi üniversiteye ben girmeliydim, benim gibi düşünmeyen şerefsizlere yar olmamalıydı o kontenjan.. Girdim gerçekten.. Ama girdikten bir süre sonra aslında hayatın başkalarına adamak için fazla değerli olduğunu anladım.. "Vatan-millet için mi çalışmak istiyorum? Ne gerek var?" Bu sorular ardışık olarak geliyordu kendim tarafından, yine kendime.. "En sonunda sana hiçbir faydası olmayacak ki.. Çalışmaktan kemiklerin sızlamış olacak ve sonra ölüp gideceksin.. Sen hayatını yaşamadan yıllarını harcadıktan sonra senin heykelini ülkenin dört yanına dikseler sana ne faydası var? Ya da dünyalar kadar miras bıraksan torunlarına?" Bütün bu düşüncelerin birbirini takip etmesi beni bir sonuca ulaştırdı ve hocamın sorusuna en net cevabı verebilmeye başladım..

-"Ne için yaşıyorsun?"
+"Mutlu olmak için.. Hayattaki en önemli idealim bu.. Keyif almak.."

Üstelik bu konuda son 7-8 ayda resmen evrildim.. Başkalarını çok önemseyen, sıklıkla alıngan, çok katı hırsları olan bir çocuktan; kimseyi umursamayan, hiçbir şey için mücadele etmeye gerek görmeyen bir adama evrildim.. İnsanların hırsları komik gelmeye başladı bana, garantici, korkak tavırlarına çok gülmeye başladım.. Kendim için yapıyorum her şeyi.. Beni mutlu edecek, bana keyif verecek işlerin peşindeyim sadece.. Kimsenin hakkımda ne düşündüğü de zerre umrumda olmuyor artık..

Bugün benim doğum günüm.. Ama bir fark var.. En az 4 sene büyüdüm geride bıraktığım senede.. Kendim için yaşıyorum diyecek kadar gerçekçi ve olgunum artık..

Not: Fotoğraftaki benim.. :)

02.10.2010