16 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 4: Sakın haritaya bakma!)


Yine bir akşamüstü, yine merkezden bir önceki istasyon, yine bir kamp alanı.. Venedik'e dair planlarımız, Floransa'dakine oldukça benziyordu.. Merkez istasyona henüz varmadan indik.. Elimizdeki tarife göre hareket ediyoruz.. İstasyondan ayrıldık, sora sora otobüs durağını ve gerekli hattı bulduk.. Pek de alışılmadık bir şekilde otobüsün içi genç doluydu, 30 yaş üstüne yer vermek gerekiyordu, o derece :) Nedeni çok belliymiş, lakin biz o anda oldukça eğlenceli ve yaşlıyı bile gençleştiren bir yere gittiğimizi bilmiyorduk..

Otobüs şehirden oldukça uzaklaştı, kırsal bir bölgeye girdi.. Biraz daha yola devam ettikten sonra ağaçların arasında bir yerde durdu.. Herkes indi araçtan, biz de dahil.. Kampın girişine geldik, otobüsten inen diğer kişiler kapıdan direkt geçtiler ki sıra beklememek adına büyük şans, sanırım önceden girişleri yapılmış kişilerdi.. Artık giriş prosedürlerine bir nebze aşinayız, pasaport, depozito, rezervasyon numarası veriyorsun, anahtarlarını alıyorsun, hostelin veya kamp alanının kurallarını dinliyorsun.. Bu sefer kamp alanımız biraz daha kalkınmış bir görüntü çiziyor, Floransa'dakine kıyasla üzerinde daha fazla tesisleşme var.. Girişten karavana doğru yürüdükçe neyin nerede olduğunu anlıyoruz, sol tarafımızda Beer Garden diye bir yer var, ilerisinde bir pizzeria, devamında bir bar, devamında tuvaletler, duşlar, onun da devamında kamp alanına ait karavanlar var, bizim kalacaklarımız.. Girdikten sonra sağ tarafımızda ise karavanı kendisine ait olanların park edeceği alan var.. Kamp alanına ait kiralanabilen karavan kasaları, Floransa'daki kampta kiraladıklarımızın biraz daha büyüğü.. Bu tip karavanların olduğu bölgede, U şeklinde yerleşmiş 3 karavandan bloklar oluşturulmuş, blokların ortalarında çim bir alan ve piknik masası var.. Bütün bunların ilerisinde de sahil ve çadır alanı var.. Çadırda kalmaya pek sıcak bakan biri olmasam da o anda bana en çok lazım olan şey bir adet çadırdı kuşkusuz, inanılmaz özendim.. Duş, geçiştirme bir akşam yemeği gibi teamülleri geride bıraktıktan sonra ilk hedefimiz Beer Garden.. Adının içinde hem bira hem de bahçe geçen bir mekan bizim için oldukça ümit verici.. Aynı mekanda, bizden biraz daha ileride, orada tanıştığı ve yeterince kaynaştığı aşikar olan gençler karaokeye kaptırmışlar kendilerini.. Repertuarları fena değildi, yorumlar kötü olsa da hiç yoktan canlı müzik oldu bizim için :)

Sabah kalkıldı, artık işlemler belli.. Tuvalete girilecek, çıkarıldığı halde tekrar girmesi gerekenlere yer açmak için çanta tepilecek, biraz kahvaltı edilecek, görevlilere anahtar teslim edilecek, yollara düşülecek.. Sıradan tamamladık bunları.. Geldiğimiz otobüse bindik, Venedik'te indik.. İner inmez kendimi ucunda peynir olan labirente bırakılmış fare gibi görmeye başladım.. O kadar kalabalık ve karmaşık ki, o kalabalıkta kendimi küçülmüş hissediyordum.. Peynir de meşhur San Marco Meydanı.. Bir ara meydanı bulmak için haritaya bakmayı düşünmek gibi bir gaflette bulundum, amanın afakanlar bastı.. O nasıl bir yerleşim planı öyle? Her sokak birbirine çıkabilme potansiyeline sahip.. Sora sora Bağdat'ı buluruz gazıyla yürümeye başladık ama hakikaten kendimizi San Marco yerine Bağdat'ta bulabilirdik, öyle bir karışıklık.. Artık kadim Venedik esnafı da kendisine yol sorulmasından sıkılmış zaten, hemen her dükkanın önünde A4 kağıtlara yazılmış, çok sorulan yerleri tarif eden yönlendirmeler asılı..



Her ne kadar yönlendirmeler ne dediyse harfiyen uyguladıysak da sayısız defa kaybolduk.. Fakat böyle kaybolmaya can kurban.. Bir defasında, kaybolarak girdiğimiz bir sokakta inanılmaz ucuza, inanılmaz pizzalar yapan bir pizzeria bulduk.. Aynı yeri tekrar bul, git, ye desen, hayatta bulamam.. İtalya, mutfak bakımından gerçekten çok tecrübe edilesi bir ülke.. Bizdeki köşe başlarına kurulmuş ucuza tavuk döner yapan büfeler, orada odun ateşinden yeni alınmış tazecik dilim pizzalar satan büfeler olarak vücut buluyor.. O pizzadan sonra, daha bilinçli gezmeye başladık.. Artık daha planlı hareket ettiğimiz için kanallar, evler, sokaklar, gondollar daha fazla kazınıyordu hafızaya.. Filmlerde görülen Venedik yaşanmaya başlamıştı benim için.. Bir süre sonra sokakların, pasajların içinden gide gele peyniri bulduk, yani meydana çıktık.. Venedik büyüklüğündeki bir şehir için çok çok geniş bir meydan ama turist nüfus o kadar fazla ki, o meydan bile artık küçük sayılabilir Venedik için.. San Marco, cıvıl cıvıl bir meydan, etrafındaki restoranların misafirleri, müzik yapan sokak çalgıcıları, çiçek satıcıları, meydana adını veren kilisenin çanı, o kiliseyi ziyaret edenler... Sırf o neşeli curcuna bile Venedik için bir sembol sayılabilir..



Gün bitiyordu ve bizim, Türkiye-Yunanistan arasını başlangıç yolculuğu olduğu için saymazsak, ilk ülkeler arası tren yolculuğumuzu gerçekleştireceğimiz Zagreb trenine binmemiz gerekiyordu.. Bir gece yolculuğu olacaktı, sabaha karşı Zagreb'de olacaktık.. İstasyonun hemen önündeki merdivenlerde tren saatini beklerken, biraz ilerimizdeki basamaklarda oturan biri ayağa kalktı ve etraftakilerin şaşkın bakış yağmurunun altında, bir amatör için fazla iyi bir sesle, sevgilisine şarkı söyledi.. Muhtemelen amatör değildi.. Romantik olarak anılan şehirler boşuna anılmıyor.. Tren saati geldi.. Kompartımanda 2 Şilili, 2 Türk, 1 Boşnak, 1 Alman-Rus-İtalyan kırması, melezliği abartmış bir kız vardı.. Fıkra gibi değil mi? Asıl fıkra gibi olan Hırvatistan'daki görevlilerin, sadece bizim pasaportumuzu incelemeye gerek duyması bence..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
4. bölümün sonu...

2 yorum:

  1. ilginçtir -ki sanki kitap okur gibiyim. (abartmıyorum)

    eheheh insan kaybolduğuna sevinir mi sevinir...

    YanıtlaSil
  2. hayatımda yaşadığım veya duyduğum en lezzetli kaybolma hikayesiydi.. :)

    YanıtlaSil