30 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 11: Sezon Finali)


Sabaha karşı vardım Frankfurt'a.. İşe erkenden gitmeye meraklı Almanlar bile uyanmamıştı henüz.. Tren seferleri yoktu.. Bu turdaki son gecemi geçireceğim hostele ulaşmak için binmem gereken metro da.. Oturdum istasyonda bir köşede, metroların açılmasını bekledim.. O arada istasyondaki büfeler açıldı, işe gidenlere hizmet için.. Sonra vardım hostele.. Tabii ki yerleşemiyorum henüz, kimse boşaltmak zorunda değil çünkü odasını o saatte.. Kıvrıldığım bir köşede dergileri inceledim resimlerine bakarak.. Kahvaltı ettim, şansıma yine ikramdı.. İnternete girdim.. Ben bütün bunları yaptıktan sonra Frankfurt yeni yeni canlanıyordu.. Aslında hiç planlarımda olmamasına rağmen Frankfurt'u arşınlamaya başladım..

Enteresan bir şehir Frankfurt.. Zaten gittiğim hangi şehir için bu tabiri kullanmadım ki? Bütün şehirler enterasandır.. Hepsi birbirinden farklıdır çünkü, bütün şehirler eşsizdir.. Bugünkü Frankfurt'un hikayesi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra başlıyor.. Savaşın sonlarına doğru Amerikan ordusu dümdüz ediyor Frankfurt'u.. Frankfurter'ler de hiç uğraşmıyorlar onarmak için, sıfırdan başlıyorlar şehri inşa etmeye.. Sanki öyle bir şehir daha önce hiç olmamışcasına.. Küçük bir bölgeyi onarıyorlar aslına uygun olarak, sadece hatıra için.. Savaşın, nefretin kötülüğünü hatırlayabilmek için.. Geri kalan her yer modern bir şehir haline getiriliyor.. Bugün Frankfurt, Avrupa finansının, Euro'nun başkentidir.. Avrupa Birliği Merkez Bankası ve Almanya Merkez Bankası Bundesbank dahil, pek çok banka ve şirket merkezi Frankfurt'tadır.. Kısaca, Euro'nun şehridir.. New York ve Londra'dan sonra dünyanın en önemli 3. para merkezidir.. Çok fazla anım yok Frankfurt'ta, zaten turistten çok yatırımcılara hitap eden bir şehir.. Güzel bir nehir kenarı düzenlemesi var, insanların spor yaptıkları.. Garip değil mi? Avrupalılar nerede su birikintisi bulsalar etrafını topluma açıyorlar spor yapsınlar, kitap okusunlar, manzarayı seyretsinler diye.. Bizim koskoca Boğaz'da koşacak yerimiz yok küçücük parkları saymazsak..

Bir gezi böyle noktalandı işte.. Bütün bu hikayelerin sonunda kimseye şunu yapmayın, bunu yapın diye tavsiye verecek değilim.. Backpacking çok kişisel bir özgürlük.. Tam anlamıyla özgür olmak bence.. Rezervasyonlara, tren saatlerine, otellere çok kulak asmayın o yüzden.. Nasıl yaşamak istiyorsanız öyle yaşayın.. Her şey size bağlı olsun, siz hiçbir şeye ve hiç kimseye bağlı olmayın.. Bütün amacınız mümkün olduğunca farklı şeyler denemek olsun.. Farklı yerler, farklı tatlar, farklı kokular, farklı insanlar, farklı iklimler, farklı kültürler.. Farklı, farklı, farklı, farklı.. Hepsi bu!

SON

29 Ağustos 2010 Pazar

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 10: You guys wanna smoke?)


Krakow'dan ayrılması zor oldu.. Ayaklarımız geriye bakıyordu hostel-istasyon arasındaki yolda.. Hani annesiyle marketi gezerken oyuncak reyonunun önünden hızla geçmek zorunda kalan çocuklar olur ya, bir oyuncak reyonu gibiydi Krakow, biz de annesinin elinden tutmuş çocuklar.. Sırada Prag var.. Sabah çok erken saatlerde vardık Prag'a.. Budapeşte'den sonra yine büyük bir şehirdeyiz.. Öyle ki, hostele ulaşmak için önce şehrin metro ağını çözmemiz gerekiyor.. Biraz sancılı bir süreç oldu hosteli bulmak.. Bulduğumuzda da bir sürpriz karşılıyordu bizi.. Giriş yapabilmemiz için öğleden sonra 2'yi beklememiz gerekiyormuş.. Ne yapalım biz de Prag turu yapar öyle yerleşiriz dedik, attık çantaları emanete.. Tam çantalardan kurtulmuş, çıkmaya hazırlanıyorduk ki Krakow'dan sonra bu hostelde de sabahları kahvaltı ikram ettiklerini öğrendik.. Yüzler güldü tabii ki.. Madem ısrar ettiler, kahvaltıya kalalım, kırmayalım onları diye düşündük..



Kahvaltıdan sonra çıktık hostelden.. Bu kez metro ağıyla işimiz yok, çok sağlam tüyolar aldık Prag ulaşım sistemiyle ilgili.. Hostelin 100 metre ilerisinden tramvaya biniyoruz, direkt tarihi Prag'ın içindeyiz.. Bunu öğrendiğimiz iyi oldu, bu tüyoyla ilerleyince hiç de karışık değilmiş Prag.. Üstelik kimse bilet falan da sormadı bu kadar tramvay kullanımında.. Prag'daki bu ilk gün turumuzda hedef Prag Kalesi ve Katedrali.. Tıpkı Krakow gibi, kale ve katedral yan yana.. Aristokrasi, teokrasi el ele.. Al sana skolastik Avrupa.. Avrupa'ya ne olduysa rönesans, reform, sanayi devrimi üçlüsünden sonra oldu zaten.. Neyse, bu başka bir yazının konusu olsun.. Biz Prag'dan konuşmaya devam edelim.. Kafka'nın, gotik mimarinin şehri.. Kısaca, kuleler şehri Prag.. Kale ve katedrali gezdikten sonra; sadece bir kişinin geçmesine izin veren, bu yüzden biri yürürken karşı tarafta bekleyene kırmızı ışık yanan Avrupa'nın en dar sokağı, Kafka Müzesi, ki kendisi Kafka'nın doğduğu evdir, ve Charles Bridge de gezildi, ilk gündüz turu tamamlandı.. Sırada Prag gece hayatı var.. Prag gece hayatı şöyle özetlenebilir: Erotik gösterilerin yapıldığı kumarhaneler, sizi bunlara çekmeye çalışan, "gel abi, erotik şov var"cı zenciler ve adım başı size sessizce yaklaşan; "you guys wanna smoke? I got good stuff"cılar.. Bunlarla ayak üstü pazarlık çok rahat oluyor, biraz kendine güvenen bir ses tonuyla 1000 Koruna(40 Euro)'dan başlayan pazarlığı 400 Koruna(16 Euro)'ya sonlandırabilirsiniz.. Geceniz hayrolsun.. :)



Ertesi günün hedefi Prag'ın tarihi merkezi.. Kulelerin ortasında kalmış meydanı ve o meydanın üzerinde dikelen saat kulesi.. Saat kulesinin ilginç bir özelliği var: Her saat başı saatin etrafındaki yuvalardan kuklalar çıkıyor ve kulenin çanlarını onlar çalıyorlar.. Dolayısıyla her saat başı kulenin etrafında bir kalabalık toplanıyor, bu "minik" gösteriyi izlemek için.. Kulenin tepesinden Prag manzarasını izlerken bizim bu durumdan haberimiz yoktu.. Bizim için toplanan öfkeli kalabalık zannettik biz o kalabalığı.. Tek amaçlarının kuklaları seyretmek olduğunu fark edince, biz de onların arasına karıştık.. (Yazının altında bu gösteriye dair bir video bulacaksınız, şekil bozukluğu için özür dilerim..)



Prag'daki 3. günde yoldaşımla yollarımız ayrıldı, o Viyana'ya bir arkadaşını ziyarete gidecek, bense yarım gün daha Prag'da kalıp sonrasında rotamın son noktası olan Frankfurt'a gideceğim.. Frankfurt biraz zorunlu bir son durak oldu.. Kürkçü dükkanına, Türkiye'ye bulabildiğim en ucuz uçak oradandı.. Bir günlüğüne Frankfurt'u gezmek için zamanım var, sonrasında dönüş.. Prag'da tek başıma kaldığım yarım günde, diğer şehirlerde de yaptığım gibi ara sokaklar keşfine çıktım.. Bir şehri gerçekten hissedebilmenin tek yolu: Birkaç saatliğine de olsa kendinizi turist olarak görmeyi bırakıp, doğma büyüme oralı gibi hissetmek.. Sonra o da son buldu, ben yine istasyonda, bu sefer Frankfurt treni için...





(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
10. bölümün sonu...

26 Ağustos 2010 Perşembe

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 9: Bize eşlik eden sanat eserleri!)


Bir gece önce boşaldıkça doldurulan vodka shotlar ve onları ısrarla dolduran sıcak kanlı Polonyalı kardeşlerimiz sağolsun, akşamdan kalma vaziyetimizle bir Krakow sabahına uyandık.. Hostelimizin sabahları kahvaltı ikramı vardı, biz de akşama kadar idare edecek kadar gıdayı depoladık mideye ve vurduk kendimizi sokaklara..

Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturmak isterim, Polonya çok ilginç bir ülke.. Sanat eserleri sokakta, sizinle birlikte dolaşıyorlar ve genelde beyaz tenli, uzun boylu, mavi gözlü, sıcak kanlı, çok bakımlı oluyorlar.. Krakow'da, etraftaki sanat eserlerine bakmaktan düz yolda yürüyemediğimiz zamanları hatırlar, duygulanırım zaman zaman.. Neyse, bu bahsi kapatalım..



Krakow, gördüğüm ya da gezdiğim şehirler arasında rahatlıkla ilk 5'e oynar.. Muhteşem bir şehir planı.. Tam ortada şehrin tarihi merkezi, onu çevreleyen yemyeşil bir park, bunları saran tertemiz bir şehir.. Bir bakıma Polonya'nın İstanbul'u.. Polonya'nın şu anki en büyük şehri olmasa da, yaklaşık 600 sene Lehlere başkentlik yapmış, sonrasında da kayda değer Yahudi nüfusu ve Auschwitz'e yakınlığı nedeniyle 2. Dünya Savaşı'nın en önemli tanıklarından biri olmuş, kısacası Polonya ve dünya için tarihi önemi oldukça fazla.. Hatta geçtiğimiz aylarda uçak kazasında yaşamını yitiren Polonya devlet büyüklerinin cenaze törenleri Krakow'daki Wawel Katedrali'nde yapıldı, başkent Varşova'da değil.. Wisla nehri, Wawel Kalesi ve Katedrali, yukarıda bahsettiğim sanat eserleri, tarihi meydanı, pazarı, Yahudi gettosu Kazimierz, Schindler fabrikası, tarihi merkezinde dolaşan bisikletli ilkyardım ekipleri ve süslü faytonları, şehri dört baştan ören tramvayları... Hepsi Krakow'u güzelleştiren ayrıntılar..



Krakow'la ilgili daha uzun şeyler yazabilirdim, onun yerine anlattığım diğer şehirlere nazaran daha fazla fotoğraf ekliyorum Krakow'a dair.. Çünkü gerçek bir "anlatılmaz yaşanır" şehri.. Sizi biraz olsun yaşamış hissettirmek istiyorum..






(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
9. bölümün sonu...

24 Ağustos 2010 Salı

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 8: Arbeit Macht Frei!)


Bu bölüme kadar rotamız üzerindeki her şehre bir bölüm ayırmıştım.. İzninizle sıradaki 2 bölümü tek bir şehre adamak istiyorum.. Bütün bu maceraların sonucunda en büyük aşkı hissettiğim yere geldik artık, Krakow.. Ve Krakow'u uzun uzun anlatmam lazım..

Aslında Krakow'u, tıpkı Budapeşte'de yaptığımız gibi, ikiye ayırdık.. Toplam 2 günümüz olacak.. İlk hisse Krakow yakınlarındaki Oswiecim'e verildi, ikincisi Krakow'a.. Başta Oswiecim kimseye duygu aşılamayan bir kelime, ona duygular katan kelime şu: Auschwitz.. İnsanlığın, şerefin, gururun, namusun birkaç yıllığına rafa kaldırıldığı o lanetli kamplar..



Dileyenler için Krakow'dan turlar var Oswiecim'e.. Ancak biz turlara katılmayı tercih etmedik.. Bizim gibi yaparsanız, Krakow'dan yola çıkıp, yaklaşık 1.5 saatlik bir tren yolculuğu yapmanız gerekiyor Oswiecim için.. Bu küçük şehre vardıktan sonra kamplara da yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.. Kamplar diyorum çünkü Auschwitz tek bir kamp değil, ana kamp katliamlara yetmediği için ilave kamplar yapılmış.. Kampı bireysel gezemiyorsunuz, dilinize uygun(Türkçe yok) gruplara katılıyorsunuz ve sizi bir rehber gezdiriyor, bence çok mantıklı bir uygulama.. Ana kampı gezdikten sonra da rehberinizle birlikte bir otobüse binip sonradan inşa edilmiş olsa da daha büyük katliamlara şahitlik yapmış Auschwitz 2 - Birkenau'ya geçiyorsunuz.. Tur, kısa bir belgesel-filmle başlıyor.. "Az sonra görecekleriniz için hazır olun" mesajı veriyorlar, çok da haklılar.. Az sonra göreceklerimiz tüyler ürpertici.. Ana kampta genel olarak koğuşlar ve laboratuvarlar var.. Laboratuvarlar, canlı deneklerin üzerinde deney yapmak için.. Ana kampta koğuşları gezmekle başlıyoruz tura.. Rehberimiz, "Arbeit Macht Frei" tabelasının verdiği mesajı açıklıyor önce.. Türkçesi; "Çalışmak özgür kılar".. Böyle bir tabelanın altından geçilerek giriliyor kampa, çünkü orası bir "çalışma" kampı ve "çalışanlar" çok çalışırlarsa özgür olacaklarını zannetmeliler.. Kampa gelenler ilk önce yaşlarına ve sağlıklarına göre ayrılıyorlar, sağlıklı olanlar "çalışma" kampına, sağlıksız olanlar direkt katliama.. Çünkü onların hayatta kalması (Nazi gözüyle) kaynak israfı.. Sonra, kampa gelenlerin üstü aranıyor, değerli, değersiz bütün eşyalara el konuyor, altın dişler sökülüyor ağızdan.. Değerliler Almanya'ya, Bundesbank'a, değersizler de kendi aralarında ayrıldıktan sonra gerekli yerlere.. Koğuşlarda insanlar saman balyalarının üstünde yatıyorlar, çoğu zaman bir ranzada 3 kişi yatacak şekilde ayarlanmış, kimsenin fazla yer işgal etmesine gerek yok.. Koğuşların olduğu binaların bodrumunda işkence odaları var, hepsi farklı amaçlar için düzenlenmiş.. Kimisi o kadar dar ki içine giren mahkumun oturmasına bile elvermiyor, mahkum 24 saat ayakta, aç ve susuz bekliyor.. Kimisinde mahkum 48 saat tek bir ışık kırıntısı bile görmüyor.. Binaların arasındaki avlularda ölüm duvarları var.. Mahkumlar arkadaşlarının kurşuna dizilişini saniye saniye seyretmek zorunda kalıyorlar.. Gaz odalarına, böcek ilaçlarının hammadesini oluşturan kapsüllerden bırakıyorlar, kapsüller oda sıcaklığında katı halden gaz hale geçiyor ve odadakileri öldürüyor.. Nasıl hastalıklı bir düşüncenin ürünü bütün bunlar?



2. durak Auschwitz-2-Birkenau.. Büyük katliamların yapıldığı yer.. O kadar kalabalık bir haldeymiş ki 2. Dünya Savaşı sırasında, bu kampın içinde kocaman bir tren istasyonu var, sadece mühimmat, mahkum ve asker sevkiyatları için.. Ana kamptan farklı olarak burada her şeyin daha büyüğü var.. Sonradan yapıldığı için kapasite kaygısı ön plana çıkmış.. Bir kamptan ziyade, büyük bir şehir var etmişler burada..

Akıl almaz işkenceler yüzünden, işi tuvalet temizlemek olan insanlar işlerini en çok sevenler olmuşlar, çünkü çok kötü koktukları için askerler onların yanına yaklaşmıyorlarmış.. Ölen insanlardan dahi faydalanmayı o kadar kafasına koymuş ki Nazi zihniyeti, gaz odasına gidenlerin saçlarını kazımışlar, sonra o saçları orduya mat imal ederken kullanmak için.. Öldürdükten sonra, yakmadan önce derilerini yüzmüşler, sonra o derileri orduya postal imal ederken kullanmak için.. Alman disiplini burada da var, her şey nizami dizilmiş..



Savaşı kaybedeceklerini anlayınca yakmaya başlamışlar Birkenau'yu, geride hiç iz bırakmamak adına.. Barakalar ahşaptan olduğu için kolay olmuş işleri, binalardan geriye sadece bacalar kalmış, ahşaptan baca yapmaları imkansız olduğu için.. Sonradan ziyarete açmak için aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş bazı barakalar, eski barakaların yerlerini sadece bacalarından anlayabiliyoruz bugün..



Geldiğimiz trenle Krakow'a geri döndük, anlatılanlardan son derece etkilenmiş olarak.. Hostelin barbekü ve vodka shot gecesiydi tesadüf.. Kötü şeyler işitilen bir günün ardından küçük bir teselli gibiydi.. Bir süre sonra vodka shot işi büyüdü, beynelmilel bir içmeceye dönüştü.. Gece biraz ilerleyince kafası güzel biçimde, bir Fransız, bir Katalan, iki İngiliz ile Avrupa-Türkiye ilişkilerini konuşurken buldum kendimi.. Alkollü gecelerin yegane sohbet konusudur ya memleket kurtarma, biz o gece bütün kıtayı kurtardık.. :)



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
8. bölümün sonu...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 7: O Buda, Bu da Peşte!)


Saraybosna'da bir büfede sabahladıktan sonra uyku o kadar çekici geliyordu ki Budapeşte yolculuğumuza dair hiçbir şeyi hatırlamıyorum.. Boş bir kompartımana girdik, karşılıklı 3'er koltuktan oluşan 6 kişilik kompartımanı 2 kişi işgal ettik.. Sadece, birkaç saat arayla uyanıp görevlilere bilet gösterdiğimiz anları hatırlıyorum..

Akşama doğru Budapeşte'ye vardık.. Floransa, Venedik, Dubrovnik, Mostar, Saraybosna gibi butik şehirlerden sonra yeniden büyük ve karmaşık bir şehre gelmek ilk başlarda zorladı bizi.. Bu şaşkınlık yüzünden hostele varmamız akşamı buldu.. Ancak bütün gün uyumuş olmanın verdiği dinginlikle Budapeşte turumuza geceden başladık.. Budapeşte'nin İstiklal Caddesi olarak betimlenebilecek bir caddeye gittik, hafta içi olmasından ötürü mekanların fiyatları hiç de fena değildi.. 1 litre bira 3 Euro'ya içilebiliyordu, biz de kaçırmadık..



Budapeşte, aslında Buda ve Peşte olmak üzere, sınırları Tuna nehri ile ayrılan iki şehirden oluşuyormuş 1873'e kadar.. Sonradan iki şehri birleştirip, tek ve büyük bir şehir yaratmaya karar vermişler, ortaya Budapeşte çıkmış.. İyi ki de çıkmış, çok da güzel olmuş.. Bu karar, Tuna nehrini sınır olmaktan çıkarıp, bir şehrin güzelliği haline getirmiş.. İki şehir daha da kaynaşsın diye 3 de güzel köprü kurmuşlar Tuna'nın üzerine.. Köprüleri yaparken de ince düşünmüşler üstelik, "köprüyü yapalım, taşıtlar geçsin yeter" dememişler, "köprüyü yapalım, Tuna daha da güzel olsun" demişler belli ki.. Budapeşte'de 2 günümüz var, düşündük ki adil dağıtalım, ilk gün Buda'nın olsun, 2. gün Peşte'nin.. Buda'da kesinlikle görülmesi gereken bir Buda Kalesi var.. Zaten bu kalenin yanına sonradan bir de saray eklenmiş.. Kısacası Budapeşte aristokrasisinin kalbi Buda Kalesi'nde atıyor.. Kaleye gitmeden önce şehre tepeden bakan özgürlük anıtını ziyaret ettik.. Burası şehre tepeden bir bakış sağladığı için size nerelere gitmeniz konusunda çok iyi fikir veriyor, manzarası da muhteşem.. Tuna'yı üzerindeki 3 yoldaşıyla beraber görebiliyorsunuz.. Buda Kalesi'nde gezimiz erken bitince, günün geri kalanını Buda'dan alıp Peşte'ye vermek icap etti.. Hedefimiz Peşte'deki, inanılmaz güzel Budapeşte Parlamentosu.. Zaten kale ve parlamento birbirleriyle karşılıklı ve Tuna üzerindeki köprüler yaya trafiğine açık, kaleden parlamentoya gitmek zor olmadı o yüzden.. Parlamentonun içini gezmek belli saatlerde, rehber eşliğinde mümkünmüş, bizim şansımız olmadı.. Ama zaten dışı yeterince etkileyiciydi..



İkinci günümüze Peşte'den başlıyoruz.. Opera binası, Kahramanlar Meydanı, Peşte kalesi, Peşte parkı.. Peşte'nin de Buda'dan aşağı kalır yanı yok güzellikte.. Peşte Kalesi diğer taraftaki muadili kadar ünlü ve büyük değil, görünüş olarak çizgi filmlerde gördüğümüz kaleleri andırıyor.. Hayal gücünüz yeterince kuvvetliyse, her an pencereden Rapunzel çıkabilecekmiş gibi bir izlenim yaratıyor insanın üzerinde.. Peşte parkı güzel, büyük ve bakımlı.. Hayvanat bahçesi, çocuk parkı, göleti, basket ve futbol sahaları, yürüyüş alanları ve hatta Budapeşte'nin çok meşhur kaplıcaları.. Böyle bir park, her şehrin şehir olmak için yerine getirmesi gereken bir kriter gibi, insanların güzel vakit geçirmek için ihtiyaç duyduğu şeyler tek bir yerde toplanmış..



2 günü devirdik Buda'da, Peşte'de.. Akşam yine yolculuk var.. Akşam diyorduk oldu akşam, şiirdeki gibi.. İstasyona geldik, yolculuk Krakow'a.. Ancak Krakow'a gidebilmek o kadar riskli bir hale geldi ki yanlış bir hamlede kendimizi Rus gümrük polisine laf anlatırken bulabiliriz.. Zira istasyonda kocaman bir tren var, o trenin vagonları yol üzerindeki istasyonlarda ayrılarak farklı yerlere gidiyor.. Bir kısmı Almanya'ya, bir kısmı Prag'a, bir kısmı St. Petersburg'a, bir kısmı Moskova'ya ve sadece bir tanesi Krakow'a.. Neyse ki o kadar vagon arasından doğru olanı bulmuşuz..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
7. bölümün sonu...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 6: Burada uyuyamazsınız!)


Bosna-Hersek'e doğru yolculuk başladı.. Yine ilginç bir yolculuk olacak, Hırvatistan'dan çıkacağız, sonra tekrar Hırvatistan'a gireceğiz, sonra tekrar Hırvatistan'dan çıkacağız.. Öğleye doğru Mostar'a vardık, günlerden pazar.. Planımız öğleye kadar Mostar'ı gezip, makul bir saatte trene atlayıp Saraybosna'ya gitmek ve günün geri kalanında Saraybosna'yı gezmek.. Zaten gerek Mostar, gerek Saraybosna bir günde rahatlıkla gezilebilecek küçüklükte şehirler.. Gelgelelim olaylar hiç de planladığımız gibi gelişmiyor, o gün pazar olduğu için Mostar'dan kalkacak tek tren akşama doğru kalkıyor.. Yani bugün Mostar'dayız, Saraybosna'yı sadece akşam göreceğiz.. Akşam varacağımız Saraybosna'dan sabahın erken saatlerinde kalkan Budapeşte treni ile ayrılacağız.. Bu durumda kalacak bir yere para harcamak çok mantıksız.. Yoldaşıma baktım; "Sabahlar mıyız?" dedim.. "Sabahlarız" dedi.. Program böylelikle şekillenmiş oldu.. Gün boyu Mostar'ı geziyoruz, akşama Saraybosna'ya varıyoruz, sabaha kadar ayakta kalıp Budapeşte trenine atlıyoruz..



Mostar, Bosna-Hersek'in ikinci büyük şehri, ancak Türkiye'de olsa il bile yapılmazdı.. Çok küçük bir yer.. Evlerin duvarlarında kocaman mermi ve patlama izleri, sokaklarda irili ufaklı, misafirlerinin çoğunun taşında 1993 yazan mezarlıklar var.. İnanılmaz iç acıtıcı bir durum.. Biraz yürüdükten sonra meşhur Mostar köprüsünü ve onun altından geçen muhteşem nehri gördük.. O berrak nehrin kenarında Çantaları yere atıp onların üzerinde kahvaltı etmek yorucu geçecek gün için güzel bir başlangıç.. Hep biz çantaları taşıyoruz, biraz da onlar bizi taşısınlar.. Nehrin kenarında soluklandıktan sonra köprüye çıktık.. Köprü ve etrafındaki çarşı Mostar'ın turist bölgesi.. Köprünün girişinde Mostar Diving Club adlı bir yer var, arada bir oradan insanlar çıkıp kendilerini köprüden aşağıya, buz gibi suya bırakıyorlar.. Tıpkı köprü gibi; Osmanlı zamanında yaptırılıp, savaş sonrasında Türkiye tarafından restore edilen bir de tarihi cami var ve köprüye ait en güzel manzara bu caminin avlusundan seyredilebiliyor.. Bu camiye giriş için turistlerden para alınıyor, ancak Bosna-Hersek'te Türkler turist sayılmıyor.. Türkçe konuştuğumuzu fark eden görevli, caminin avlusuna girip manzarayı seyretmek istediğimizi anlayınca bizi içeriye aldı.. Türkiye'nin Mostar'daki Bosna-Hersek Başkonsolosluğu da köprü ve caminin yer aldığı turistik bölgede.. Türkler Bosna'da en çok sevilen millet..



Akşama doğru trene bindik ve tıpkı Hırvatistan'da olduğu gibi çok güzel bir doğanın içinden geçerek başkent Saraybosna'ya vardık.. Pazar akşamıydı ve Müslümanlar için aylardan Ramazan'dı.. İstasyon çevresi hayalet şehir gibiydi.. Merkeze ulaşmak için tarif isteyebileceğimiz kimse yoktu etrafta.. Neyse ki; bizim durumumuzda olan başka insanlar vardı ve onların bazıları Saraybosna'yı biliyordu.. Bu saatte tramvay olacağını söylediler, hep birlikte durağa gittik.. Tramvayla ilerlerken, bir köprünün yanında, bize yardım eden turistlerden biri şöyle dedi bana: "Bak.. Burası Gavrilo Princip'in Avusturya-Macaristan prensini öldürdüğü yer, 1. Dünya Savaşı burada başladı.." Kanım dondu.. Tarihin akışını değiştiren bir köprünün yanından geçiyorduk.. Başçarşı'da tramvaydan indik, gerçekten çok renkli bir çarşı, yine bir Osmanlı yapımı.. Türkiye'deki Osmanlı çarşılarından çok daha iyi korunmuş durumda.. Başçarşının içinde bir lokantada Boşnakların meşhur yemeği Cevabcici'den yedik.. Pidenin içinde, bol soğanla birlikte servis edilen bir köfte türü.. İnanılmaz lezzetliydi, hele ki bütün gün yürümek zorunda kalıp, yemek yemeye fırsatı olmayan bize..



Sabahlamayı umarak geldiğimiz Saraybosna'da daha fazla yapacak bir şeyimiz kalmamıştı, istasyona geri dönüp bir yerlere kıvrılalım dedik.. İstasyonun kapalı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek bizim için zor oldu.. 24 saat açık olacağını tahmin ettiğimiz bir büfede birer çay içip sabaha kadar oturmaya karar verdik.. Büfe açıktı açık olmasına ama gecenin ilerleyen saatlerinde, yorgunluktan göz kapaklarımız düştükçe gelip bizi uyarıyorlardı: "Burada uyuyamazsınız!".. Muhtemelen adamlar oraya uyumaya gelen insanlardan bezmişlerdi haklı olarak.. İstasyonun dışında, sote bir yere uyku tulumlarımızı açtık.. Lakin eylül ayının henüz başında, Saraybosna'da gece hava sıcaklığı 10 dereceydi.. Bir süre sonra yoldaşım seslendi: "Uyudun mu?".. Uyumamıştım tabii ki, donuyordum.. "Kalk, büfeye girelim oturalım, yoksa donarak ölürüz burada" dedi.. Büfeye girdik, "burada uyuyamazsınız" uyarısını tekrar duymamak için istasyon açılana kadar gözümüzü kırpmadık..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
6. bölümün sonu...

17 Ağustos 2010 Salı

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 5: Kalacak yer lazım mı?)


Sabaha karşı Zagreb'teki istasyona vardık.. O anda istasyon açık ama içeride sadece bizimle aynı trende seyahat etmiş olanlar var, bir de orada olmak zorunda olan görevliler.. Biz bizeyiz yani :) İstasyondaki büfeler kapalı, bilet gişeleri kapalı.. Hava alacakaranlıktı, güneş henüz ortalarda yoktu ama ışığını az da olsa önceden yollamıştı.. Hırvatistan'da asıl varmak istediğimiz nokta Dubrovnik'ti.. Bunun için Zagreb'ten Split'e bir tren yolculuğu daha yapıp, Split'ten otobüse binmemiz gerekiyordu, zira Dubrovnik'in demiryolu bağlantısı yoktu.. Split'e gidecek en yakın tren aslında bir sabah treni olmasına rağmen, biz o kadar saçma bir saatte Zagreb'e varmıştık ki daha Split yolculuğumuza saatler vardı.. O saatte gidecek herhangi bir yerimiz olmadığı için, tıpkı gidecek herhangi bir yeri olmayan diğer backpackerlar gibi, boş bulduğumuz bir banka yamandık.. Ama nasıl uykum var anlatamam, banka da sığamıyorum üstelik.. Ben de rahat etmek için yere oturdum, çantamın yumuşaklığından faydalanmak için çantayı banka, sırtımı çantaya yasladım.. Koridoru kapatıyor olduğum umrumda değildi, zaten istasyonda kimsenin olmadığı o saatte ne koridoru? Ancak sabah olunca istasyona gelen polisler umursamış olacaklar ki ayağımdan dürttüler beni, o şekilde uyanmış oldum.. Enteresan bir uyandırılma, öpülerek uyandırılmayı tercih ederdim, ama tabii ki Hırvat polisi tarafından değil.. :) Yolculuk satine az kalmıştı, trene doğru ilerledik..

Zagreb-Split arasında çalışan tren tipi Hırvatistan'ın sahip olduğu en modern trenler, oldukça yeniler ve oldukça iyi durumdalar.. Bunun sanırım iki nedeni var; birincisi, zaten Zagreb ve Split ülkenin en büyük iki şehri; ikincisi de, iki şehir arasındaki demiryolu zor bir coğrafyada uzanıyor.. İlkin bu coğrafya, bir tren yolculuğu sırasında azap olabilir gibi geliyor ama kazın ayağı öyle değil.. Muhteşem bir doğanın, trenin içinde de olsa, parçası oluyorsunuz.. 5 saat sürüyor bu doğayla bütünleşme.. Sonra Split.. Split, bir deniz ticareti kenti, ancak turizm konusunda da epey ilerlemiş durumda.. İzmir gibi düşünün, Split'in merkezinin biraz ilerisi Urla, Çeşme, Alaçatı.. Bu yüzden trenden indiğiniz anda etrafınızı, evindeki odaları turistlere kiralayarak geçimini sağlayan yerli halk sarıyor.. Sonradan farkettik ki; bu sadece Split için geçerli değilmiş, Hırvatistan'ın ve Bosna-Hersek'in turizmi bu şekilde yürüyormuş.. Bizim derdimiz kalacak yer değil, gidecek otobüstü.. Neyse ki fazla zorlanmadık.. Zagreb-Split arasında ormana ne kadar doyduysak, Split-Dubrovnik arasında da denize o kadar doyduk.. O kadar güzel bir fırsat ki neredeyse bütün yolculuk deniz manzaralı geçiyor.. Coğrafya derslerinde öğretilen ama Türkiye'de olmadığı için bir türlü kafaya yerleşmeyen Dalmaçya tipi kıyıya doyduk resmen..



Split-Dubrovnik arasındaki yolculukta ilginç bir ayrıntı var.. Çünkü Dubrovnik, Hırvatistan'ın bir şehri olsa da Hırvatistan'ın geri kalanıyla kara veya deniz bağlantısı yok.. Yolculuk sırasında Hırvat sınırından çıkıyorsunuz, pasaportlarınıza çıkış mührü vuruluyor, yarım saat kadar Bosna-Hersek içinde ilerledikten sonra tekrar Hırvatistan sınırına yani Dubrovnik'e giriyorsunuz, pasaportunuza tekrar giriş mührü vuruluyor..

Akşama doğru Dubrovnik'e vardık, etrafımızı yine yerli halk sardı, bu sefer gerçekten kalacak yere ihtiyacımız var.. Bir sürü insan hemen hemen aynı teklifle peşinize takıldığı için pazarlık yapma şansınız çok fazla.. Hırvatların anlamadığı nokta; turist kazıklamak için rekabet değil işbirliği gerekir.. Türk esnafından öğrenmeleri gereken çok şey var.. Oldukça uygun fiyata bir oda bulduk, üstelik ev sahibimiz olan hanım bizi eve kendi arabasıyla götürecekti.. Olası bir taksi harcaması bu şekilde bertaraf edilmiş oldu.. Oldukça hoş bir ev, temiz bir odaydı kaldığımız.. Eve yerleştikten sonra kısa bir çevre turu attık, Dubrovnik'i gezmek ertesi sabaha bırakıldı..



Ertesi sabaha kötü bir sürprizle uyandık.. Yağmur.. Aslında yağmur kötü addedilecek bir sürpriz değil, ancak Dubrovnik'in denizinin hayaliyle Dubrovnik'e giden biri için Dubrovnik'te geçireceği tek günde yağmur yağması kötü.. Yine de azimle mayomu ve terliklerimi giydim, denize giremiyorsam yağmurda ıslanırım arkadaş! Dubrovnik'in tarihi merkezine girdim.. Dubrovnik, bir kale şehir.. Etrafı kalın duvarlarla ve denizle çevrili, tek bağlantısı zamanında iyi korunduğuna emin olduğum bir liman.. Bu sayede zamanında fırtına gibi esen Osmanlı Donanması'na dahi teslim olmamışlar, bu küçük ama azimli şehirle çok işi olduğunu farkeden Osmanlı da, şehirden aldığı vergiyle yetinmek zorunda kalmış.. Hırvatlar, Sırp-Hırvat-Boşnak Savaşı'nda büyük zararlar gören bu şehre, savaş sonrasında çok iyi hayat vermişler.. Her şey aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş, her yer tertemiz.. Tarihi Dubrovnik'teki ana caddeye Stradun deniyor, buradaki tarihi yapılar restore edildikten sonra mağazalar, barlar, restaurantlar, pansiyonlar yerleşmiş sağlı sollu.. Ancak Dubrovnik hakkında asıl fikri verecek olan surların üzerinde, şehrin etrafında atacağınız bir tur.. Benim bu turdan sonraki tercihim Stradun'da gidip gelmekten ziyade, tıpkı diğer şehirlerde de yaptığım gibi, ara sokakları tanımaya çalışmak oldu.. Her ne kadar bir kalenin surlarının içiyle sınırlı da olsa, sonuçta eski Dubrovnik de bir şehir ve bir şehri tanımanın en iyi yolu ara sokaklarını tanımaktır.. İşte Dubrovnik'i bana en çok sevdiren buydu..





Dubrovnik'in son yıllarda bu denli parlamasını anlamak zor değil.. Üstelik bir gün içinde görebildiğim kadarıyla, Türkiye'nin sahip olduğunun çok çok üstünde kalitede bir turist profiline sahip.. Ne diyelim, yolları açık olsun.. Aldığı övgüyü sonuna kadar hakeden bir ülke Hırvatistan..

Ertesi sabah, Dubrovnik'in demiryolu bağlantısı olmamasından sebep yine otobüslerin arasında bulduk kendimizi.. Bu sefer hedef Mostar..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
5. bölümün sonu...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 4: Sakın haritaya bakma!)


Yine bir akşamüstü, yine merkezden bir önceki istasyon, yine bir kamp alanı.. Venedik'e dair planlarımız, Floransa'dakine oldukça benziyordu.. Merkez istasyona henüz varmadan indik.. Elimizdeki tarife göre hareket ediyoruz.. İstasyondan ayrıldık, sora sora otobüs durağını ve gerekli hattı bulduk.. Pek de alışılmadık bir şekilde otobüsün içi genç doluydu, 30 yaş üstüne yer vermek gerekiyordu, o derece :) Nedeni çok belliymiş, lakin biz o anda oldukça eğlenceli ve yaşlıyı bile gençleştiren bir yere gittiğimizi bilmiyorduk..

Otobüs şehirden oldukça uzaklaştı, kırsal bir bölgeye girdi.. Biraz daha yola devam ettikten sonra ağaçların arasında bir yerde durdu.. Herkes indi araçtan, biz de dahil.. Kampın girişine geldik, otobüsten inen diğer kişiler kapıdan direkt geçtiler ki sıra beklememek adına büyük şans, sanırım önceden girişleri yapılmış kişilerdi.. Artık giriş prosedürlerine bir nebze aşinayız, pasaport, depozito, rezervasyon numarası veriyorsun, anahtarlarını alıyorsun, hostelin veya kamp alanının kurallarını dinliyorsun.. Bu sefer kamp alanımız biraz daha kalkınmış bir görüntü çiziyor, Floransa'dakine kıyasla üzerinde daha fazla tesisleşme var.. Girişten karavana doğru yürüdükçe neyin nerede olduğunu anlıyoruz, sol tarafımızda Beer Garden diye bir yer var, ilerisinde bir pizzeria, devamında bir bar, devamında tuvaletler, duşlar, onun da devamında kamp alanına ait karavanlar var, bizim kalacaklarımız.. Girdikten sonra sağ tarafımızda ise karavanı kendisine ait olanların park edeceği alan var.. Kamp alanına ait kiralanabilen karavan kasaları, Floransa'daki kampta kiraladıklarımızın biraz daha büyüğü.. Bu tip karavanların olduğu bölgede, U şeklinde yerleşmiş 3 karavandan bloklar oluşturulmuş, blokların ortalarında çim bir alan ve piknik masası var.. Bütün bunların ilerisinde de sahil ve çadır alanı var.. Çadırda kalmaya pek sıcak bakan biri olmasam da o anda bana en çok lazım olan şey bir adet çadırdı kuşkusuz, inanılmaz özendim.. Duş, geçiştirme bir akşam yemeği gibi teamülleri geride bıraktıktan sonra ilk hedefimiz Beer Garden.. Adının içinde hem bira hem de bahçe geçen bir mekan bizim için oldukça ümit verici.. Aynı mekanda, bizden biraz daha ileride, orada tanıştığı ve yeterince kaynaştığı aşikar olan gençler karaokeye kaptırmışlar kendilerini.. Repertuarları fena değildi, yorumlar kötü olsa da hiç yoktan canlı müzik oldu bizim için :)

Sabah kalkıldı, artık işlemler belli.. Tuvalete girilecek, çıkarıldığı halde tekrar girmesi gerekenlere yer açmak için çanta tepilecek, biraz kahvaltı edilecek, görevlilere anahtar teslim edilecek, yollara düşülecek.. Sıradan tamamladık bunları.. Geldiğimiz otobüse bindik, Venedik'te indik.. İner inmez kendimi ucunda peynir olan labirente bırakılmış fare gibi görmeye başladım.. O kadar kalabalık ve karmaşık ki, o kalabalıkta kendimi küçülmüş hissediyordum.. Peynir de meşhur San Marco Meydanı.. Bir ara meydanı bulmak için haritaya bakmayı düşünmek gibi bir gaflette bulundum, amanın afakanlar bastı.. O nasıl bir yerleşim planı öyle? Her sokak birbirine çıkabilme potansiyeline sahip.. Sora sora Bağdat'ı buluruz gazıyla yürümeye başladık ama hakikaten kendimizi San Marco yerine Bağdat'ta bulabilirdik, öyle bir karışıklık.. Artık kadim Venedik esnafı da kendisine yol sorulmasından sıkılmış zaten, hemen her dükkanın önünde A4 kağıtlara yazılmış, çok sorulan yerleri tarif eden yönlendirmeler asılı..



Her ne kadar yönlendirmeler ne dediyse harfiyen uyguladıysak da sayısız defa kaybolduk.. Fakat böyle kaybolmaya can kurban.. Bir defasında, kaybolarak girdiğimiz bir sokakta inanılmaz ucuza, inanılmaz pizzalar yapan bir pizzeria bulduk.. Aynı yeri tekrar bul, git, ye desen, hayatta bulamam.. İtalya, mutfak bakımından gerçekten çok tecrübe edilesi bir ülke.. Bizdeki köşe başlarına kurulmuş ucuza tavuk döner yapan büfeler, orada odun ateşinden yeni alınmış tazecik dilim pizzalar satan büfeler olarak vücut buluyor.. O pizzadan sonra, daha bilinçli gezmeye başladık.. Artık daha planlı hareket ettiğimiz için kanallar, evler, sokaklar, gondollar daha fazla kazınıyordu hafızaya.. Filmlerde görülen Venedik yaşanmaya başlamıştı benim için.. Bir süre sonra sokakların, pasajların içinden gide gele peyniri bulduk, yani meydana çıktık.. Venedik büyüklüğündeki bir şehir için çok çok geniş bir meydan ama turist nüfus o kadar fazla ki, o meydan bile artık küçük sayılabilir Venedik için.. San Marco, cıvıl cıvıl bir meydan, etrafındaki restoranların misafirleri, müzik yapan sokak çalgıcıları, çiçek satıcıları, meydana adını veren kilisenin çanı, o kiliseyi ziyaret edenler... Sırf o neşeli curcuna bile Venedik için bir sembol sayılabilir..



Gün bitiyordu ve bizim, Türkiye-Yunanistan arasını başlangıç yolculuğu olduğu için saymazsak, ilk ülkeler arası tren yolculuğumuzu gerçekleştireceğimiz Zagreb trenine binmemiz gerekiyordu.. Bir gece yolculuğu olacaktı, sabaha karşı Zagreb'de olacaktık.. İstasyonun hemen önündeki merdivenlerde tren saatini beklerken, biraz ilerimizdeki basamaklarda oturan biri ayağa kalktı ve etraftakilerin şaşkın bakış yağmurunun altında, bir amatör için fazla iyi bir sesle, sevgilisine şarkı söyledi.. Muhtemelen amatör değildi.. Romantik olarak anılan şehirler boşuna anılmıyor.. Tren saati geldi.. Kompartımanda 2 Şilili, 2 Türk, 1 Boşnak, 1 Alman-Rus-İtalyan kırması, melezliği abartmış bir kız vardı.. Fıkra gibi değil mi? Asıl fıkra gibi olan Hırvatistan'daki görevlilerin, sadece bizim pasaportumuzu incelemeye gerek duyması bence..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
4. bölümün sonu...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 3: Rönesans ayaklarımızın altında!)


Hedeflediğimiz rotada bir sapma yoktu.. İtalya'ya varmıştık ve kuzeye yolculuğumuz başlamıştı.. Roma'dan sonra sırada Floransa var.. Havanın yeni yeni karardığı saatlerde, Floransa merkez istasyonundan bir önceki istasyonda trenden indik.. Yine elimizde hostelin adres tarifi.. Yalnız bu seferki tam olarak bir hostel değil, Floransa'nın biraz dışında kalan Michelangelo Tepesi'nde bir kamp alanı.. Kamp alanında bir bungalov kiraladık, orada kalacağız.. Kamp alanına ulaşım otobüsle olacak, hatta hangi otobüse binmemiz gerektiği de yazıyor kağıtta ama biz bir türlü otobüse binecek durak bulamadık etrafta.. Otobüs durağını bulduktan sonra doğru numaralı otobüse, doğru yönden binmek adına bir kaygı aldı bizi.. Otobüs bekleyen çok yardımsever bir İtalyan'a sorduk, bütün ayrıntılarıyla anlattı bize.. Önce nasıl gideceğimizi, sonra Floransa'yı.. Dediklerini harfiyen uyguladık, bir durak farkla da olsa bulduk kampı.. Neyse ki kaçırdığımız durak indiğimiz durağa uzak değilmiş..

Çok az yürüyerek o günkü asıl hedefe ulaştık.. Resepsiyonda kayıt yaptırmamız lazım, ama ben dikkatimi manzaradan alıp görevliye veremiyorum.. Rönesans ayaklarımızın altında.. Öyle güzel bir manzara.. Kayıt bitti, zeytin ağaçlarının arasından yürüyüp bize ait olan bungalovu bulduk.. Bungalov dediysem de, öyle tahta kulübe gibi düşünmeyin.. Karavan kasası büyüklüğündeki bir prefabrik ev olarak betimleyebilirim, 3 tane yatak var içeride, o kadar.. Hemen karavanın dışında yerden sadece 30-40 cm yüksekliğinde olan bir çeşme var, el-yüz yıkamalık.. Tuvalate, duşlara gitmek için yürümek gerekiyor.. Girdik karavana, bizden başkası yoktu ki bu sevindirici bir durum, diğer yatağı çantaları parketmek için kullanabileceğimiz anlamına geliyor.. İçeriyi biraz olsun görmek istiyoruz ama o da ne? Karavanda ışık yok! Önce bunun ortamı ziyaretçilere daha iyi yaşatmak adına kasıtlı olarak atılmış bir adım olduğunu düşünmüştüm, sabah kalkıp da ranzanın köşesindeki kocaman florasanı bulunca bu düşüncemden vazgeçtim.. :) Neyse, karavanda vakit geçirmeye can atmıyorduk zaten, bizim Floransa'yı gören bir manzaramız vardı.. Çıktık kulübeden dışarı, kampın bir marketi ve marketten alınanların tüketildiği, manzaraya karşı bir cafesi vardı, markette de gayet uygun fiyatlı Toscana vadisi şarapları.. Bir insana o anda daha başka ne lazım olabilir? Belki tirbuşon.. :)



O kadar temiz havası olan bir yerde uyuduk ki sabaha oldukça dinlenmiş kalktık.. Hemen rönesansın küllerine doğru yola koyulduk.. Hani İstanbul'u karanlıkta görmek daha güzeldir ya, karanlık o iğrenç yapılaşmayı örter ve sadece güzelliği görünür İstanbul'un, ilkin karanlıkta gördüğümüz Floransa, gün doğduğunda güzelliğini kaybetmemişti.. Saklayacak hiçbir şeyi yoktu.. Bu şehirden bu kadar ressam, heykeltıraş çıkmasına hiç şaşırmamalı.. Şehir, bir bütün halinde sanat eseri.. Katedralleri, kiliseleri, müzeleri, kamu binaları, köprüleri, evleri, meydanları, yani şehrin sahip olduğu her parça, ben estetiğim diye avaz avaz bağırıyor.. Lütfedip herhangi bir müzeye girmeseniz bile meydanlarda gördüğünüz heykellerin sayısı, kalitesi ve tarihi sizi sanata doyuruyor.. Böyle bir şehirde düşünce baskı altında tutulabilir mi? Tutulamamış nitekim.. İyi ki de tutulamamış..

Gün sonunda Floransa'nın keşfini, tıpkı Roma'da olduğu gibi, kol büyüklüğünde bir dondurmayla kutladık.. Ve kendimizi istasyonda bulduk..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
3. bölümün sonu...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 2: Ah o duvarların dili olsa!)


15 saate yakın bir sürede Adriyatik'i aştıktan sonra, artık ayaklarımız bir kara parçasına değiyordu.. Haritaya bakınca hepimizin çizmeye benzettiği kara parçasına.. Oldukça yoğun bir insan trafiğini atlattıktan sonra limandaki otobüs durağına vardık, sağa sola sorarak istasyona giden otobüsü öğrendik.. Aslında öğrenmemize gerek yokmuş, bütün backpacker'ların sonuçta ulaşmaya çalıştığı yer istasyon.. Bu bizim için yolculuğun başında edindiğimiz kıymetli bir tecrübe oldu.. İstasyona vardık, İtalya'daki ilk yatılı durağımızın Roma olması gerekiyor.. Burada bir not; aslında backpacking dediğimiz aktivite sırasında önceden belirlenmiş planlara dahil olmak fikrine uzağım, nitekim İtalya'daki günlerimizden sonra neredeyse tamamen plansız hareket ettik, ancak turun ilk günlerinde gidilecek, kalınacak yerlerin belli olması afallamanın önüne geçtiği için tercih edilebilir diye düşünüyorum..

Neyse, Roma trenine hemen hemen 5-6 saat vardı, bu süre içinde Bari gibi nispeten küçük bir şehri gezebileceğimiz konusunda hemfikirdik yoldaşımla.. Roma biletini aldık, Bari turuna hazırız, lakin çantaları bırakacak yer yok.. Mecbur birlikte geziyoruz, biz ve +20'lerimiz.. İstasyonun hemen karşısından başlayan bir caddeyi takip ederek şehrin meydanına çıkabiliyormuşuz Bari'de, biz de öyle yaptık.. Liman şehri olmasından sebep oldukça renkli, gezmesi zevkli, şirin bir küçük şehir Bari.. Oldukça güzel bir tiyatrosu var.. Her Avrupa şehrinde standart özellik olarak sayılan katedral, orta çağ kalesi ve meydan Bari'de de var.. İtalyanların estetik algısını alabildiğine yansıtan küçük evler, o evlere nazır devasa gemilerle dolu bir liman, o evlerin önünden sarkan çiçekler ise Bari'nin alamet-i farikaları.. Bizi meydana ulaştıran caddeyi ters istikamette yürüyerek istasyona döndük, artık Roma trenimizin saati gelmek üzereydi..










Aynı günün akşamında Roma Termini'de bizi Roma'ya getiren treni geride bıraktık.. Kalacağımız hostelin adres tarifi neyse ki başarılıymış, gerçekten rahat bulduk mekanı.. Hostelin altında diğer backpackerların kaynaştığı bir bar vardı hostele ait, ancak hiçbirini görebilecek durumda değildim ben şahsen, derhal duş alıp, kafamı herhangi bir yastıkla olan randevusuna zamanında yetiştirmek istiyordum.. Hem bunun yarını vardı, yarını Roma'ydı.. Sabaha enerjik kalkmalıydım.. Yoldaşımın aklı biraz kaldı aşağıda aslında, ancak sanırım ısrar etmeye gücü yoktu..

Sabah yine basit bir kahvaltıyla geçti.. Roma'nın, kaldığımız hostele en uzak noktası Vatikan olduğu için, şehir turu planını Vatikan'dan başlayarak hostele doğru gelmek üzerine kurduk.. Vatikan'a en yakın metro istasyonunda indik, din kisvesi altında yaratılabilecek içme suyu sömürüsüne hazırlıklıydım, Vatikan'a girmeden önce suyumuzu aldık herhangi bir marketten.. Vatikan'da hacı olan Hıristiyanları izledik ki bence çok ilginç bir duygu.. Örneğin; Hıristiyanların kitleler halinde Tibet'e gidip Budistleri izlediklerini düşünsenize, ya da Yahudilerin Mekke'ye gidip Müslümanları seyrettiklerini.. Bir insanı inandığı dinin en büyük ibadetini yaparken gözlemlemek, bence garip işte..

Roma'nın metro sistemi sağolsun, birbirine uzak sayılabilecek bir çok yeri tek günde gezebilme imkanımız oldu.. Aynı gün içinde Vatikan ve Antik Roma dışında İspanyol Merdivenleri ve Aşk Çeşmesi de bitti.. Zaten birbirine aşık olmayan iki heteroseksüel erkek olduğumuz için, bu iki romantik mekanda çok vakit geçirmek için önemli bir nedenimiz yoktu..

Roma'daki son durak tabii ki Antik Roma ve Colosseum.. İnsanlık tarihi boyunca bir devletin ulaşmış olduğu en geniş sınırlara hakim olmuş bir imparatorluğun bütün nabzının attığı yer.. "Duvarların dili olsa da anlatsa" denir ya, sanırım bu en çok Roma'nın antik sütunları için geçerlidir.. İhanetler, planlar, kavgalar, savaşlar, isyanlar vs. vs. Kim bilir neler anlatabilirlerdi bize? Duvarların yerine yanlarına dikilmiş tabelalar anlatıyor hikayelerini, ancak hiçbir tercüman gerçek hatibin yerini tutmuyor..


O günün sonunda en önemli hedeflerimizin üzerine tik atmış olarak akşamki Floransa trenine bindik..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
2. bölümün sonu...

3 Ağustos 2010 Salı

Nasıl backpacker oldum? (Bölüm 1: Söylesene Türk olduğunu!)



O kadar heyecan verici bir blog dizisine başlamak üzereyim ki, ilk paragrafı ön söz olarak kullanmak istedim.. Aslında üzerinden yaklaşık 1 yıl geçmiş bir anıyı paylaşıyorum.. Ama sanırım biraz fazla özen gösteriyorum anılarıma, sadece bu anı için konuşmuyorum, genel anlamda böyle.. O yüzden istedim ki doğru zamanı bekleyeyim, yeterince insanın okuyacağından emin olayım, yeterince ayrıntılı paylaşabileceğimi bileyim.. Düşündüm ki yeterince detay verebilmenin en mantıklı yolu bu anıyı bölerek anlatmak.. Hepsini tek seferde okumak sizin için de zor olurdu sanırım.. Bu dizi sırasında göreceğiniz her blog farklı bir ülkede geçen günleri aktarıyor olacak.. Bir de söylemek isterim ki az sonra anlatacağım yolculuk sırasında ben hiç günlük tutmadım.. Şimdi bu satırları yazarken her anını tekrar yaşamak zorunda kalıyorum ki hiç şikayetçi değilim.. Biraz fotoğraf yardımı yeterli oluyor.. Neyse, biliyorum önsöz kısmı; kitabın atlanan kısmıdır, o yüzden bu kadar ön söz yeter...........

Nasıl geç kalmışım anlatamam.. Bir insan aylardır hayaliyle yaşadığı yolculuğa çıkacağı trene son dakikada mı yetişmeli? Şimdi aklıma geliyor da o trene yetişemesek ne yapardık bilmiyorum.. Bir gün eksilen Interrail pass'ine mi, yaklaşık 80 TL tutan Filia Ekspresi biletinin yanmasına mı, yoksa Selanik'i daha geç göreceğime mi üzülürdüm daha çok? Trene bindim, daha kompartımana yerleşemeden tren hareket etti.. Birkaç hafta sesini duyamayacağım insanları aramak istedim o anda, biletlere delik açıldıktan sonra telefona sarıldım.. Henüz İstanbul'u geride bırakalı çok olmamıştı ki tren durdu.. Gümrük kontrolü.. Bir süre sonra tekrar hareket etti, 30-40 metre kadar gidip yine durdu; "Visa? Passport?"

Hepsini geride bıraktık, artık Yunan makamları onaylamıştı, "backpacking" günleri başlıyordu benim için.. Bütün gün tren bileti, uyku tulumu, konserve peşinde koşuşturmak yormuştu bünyeyi, ayrıca sabaha dinlenmiş kalkıp bütün gün Selanik'in altını üstüne getirmek istiyordum, yol daha hızlı geçsin istiyordum.. Geçti nitekim.. Biz Balkanlar'ı geçerken raylar üzerinde, güneş de tırmanmakla meşguldü.. Görevliler yolcuları uyandırmaya başladılar 3 dilde; Günaydın, Good Morning, Kalimera.. Üçüne ayrı ayrı uyandım.. Kompartımanda başladı hazırlık, Türkiye'den stokladığım sandviç ekmeğinin üzerine zeytin ezmesi, reçel falan sürerek sahte bir kahvaltı yaptım, hepsini çantaya tıkıp hazır ola geçtim tren gara tam olarak yanaşana kadar..

Trenden inince yoldaşımla beraber, ki kendisine Halil diyoruz, turist masasına ilerledik garda.. Masadaki kadın önümüze bir harita açtı, çat pat İngilizce'siyle harita üzerinde turistik merkezleri tarif ediyor bize, ama belli ki zorlanıyor İngilizce konuşurken.. En sonunda kendisine bir "sadede gel hanım abla" bakışı fırlattım ve ekledim; "Peki Atatürk'ün meşhur pembe evi?".. Amanın kadın Türkçe dile geliverdi.. "E 2 saattir söylesenize Türk olduğunuzu!.." Hoppalaaaa! E güzel ablam, ben gelmişim Yunanistan'a, müneccim miyim ki kimin Türkçe konuştuğunu bileyim? :) Hanım abla bize Türkçe olarak tarif etti Selanik'te ne nerededir, biz de yola koyulduk..



Selanik çok güzel bir şehir, hep duymuştum İzmir'in Ege'nin karşı yakasındaki ikizi olduğunu, ama tek yumurta ikizi olduklarını bilmiyordum.. Bu iki şehrin resmi; "2 resim arasındaki 7 farkı bulun." yarışmalarında kullanılabilir.. Aynı kordon, aynı apartmanlar, aynı meydanlar, aynı insanlar, aynı havalı kızlar, aynı sıcak.. İnsanları için şu kadarını eklesem kâfi; Türkçe ve Yunanca iki farklı dil olmasa, kesinlikle bir Türk ve Yunan'ı ayırt etmenin hiçbir yolu yok, ne görünüşte ne davranışta.. Vitese tesbih takanlar, yere tükürenler, arabanın camından sarkıp kızlara laf atanlar, bağıra bağıra konuşanlar, yardımsever yol tarifleri vs.. Kızları için şu kadarını eklesem kâfi; bir ara yürürken çirkin bir kız gördüm, kafamı çevirip baktım "aa ne kadar ilginç" mimiğimle, o sırada artık güzel kızlara doğru kafamı çevirmeyi bırakmıştım, çünkü gözümle görebildiğim her yerde güzel kızlar mutlaka oluyordu.. Meraklısına, gece hayatı için şu kadarını eklesem kâfi; saat gece yarısını geçerken kordon boyunca yerleşmiş şık barlarda ve liman tarafındaki gece kulüplerinde, değil yere düşürmek, iğneyi atmaya fırsat bile yoktu..

O rehavete rağmen sabah erkenden uyandık.. Akşamüstü 6'da Mora Yarımadası'nın batısındaki Patra şehrinden kalkacak Bari feribotuna yetişmemiz şart ki Adriyatik'i ortadan yarıp maceralarımıza devam edebilelim.. Patra için takip etmemiz gereken rotayı önceden öğrendik; Selanik'ten Atina, Atina'yı ne yazık ki hiç göremeden Kiato, oradan otobüsle Patra.. Kiato'ya kadar her şey sorunsuz gitti, ne var ki Kiato-Patra otobüsü de bizi beklemeden gitti.. Tek çare var: Otostop.. İlk deneme Kiato treninde bizim yanımızda yolculuk eden 2 kızın bindiği bir araba üzerinde oldu.. Bir de onları almaya gelen kız arkadaşları var, yani 3 kızdılar arabada, kendimizi arabaya aldırma ihtimalimiz düşüktü kısacası.. Dedik ki; "Bizim kesinlikle 6'da Patra'da olmamız lazım, otostop çekmeye mecburuz, Patra yönü ne taraf? Direkt orada çekelim.." Kızlar tarif ettiler yolu, biz de gariban gariban oraya doğru yürümeye başladık.. Biraz ilerlediğimiz anda kızların arabası yanımızda durdu: "Ana yola çıkmanıza daha çok var, en azından ana yola kadar sizi bırakabiliriz.." Hayır diyemedik :).. Ana yola bıraktılar bizi, sıcağın göbeğinde bizi Patra'ya götürecek yardımsever Yunan'ı bekliyorduk.. Yarım saat kadar sabredip el-kol salladık geçenlere, bir süre sonra, bir araba, bizi 30 metre kadar geçtikten sonra durabildi.. Zıpladık tabii sevinçten.. Aracın sahibi İngilizce bilmiyordu, ama inanın sadece el-kol hareketlerimizden, tiplerimizden, giyimimizden saat 6'da Patra'daki feribota yetişmeye çalıştığımızı anladı.. Yunanca anlamadığım için olayın bundan sonraki kısmını tahmin edebiliyorum en fazla.. Amca bizi bir kasabaya götürüp en yakın Patra otobüsüne ne zaman, nereden binebileceğimizi sordu kasabadaki otobüs şirketi görevlisine, daha sonra bizi otoyol kenarındaki bir durağa getirdi, yolun kenarında yürürken yanımıza yanaşan otoyol polisine laf anlattı, bize Patra otobüsünün birazdan geleceğini anlatmaya çalıştı ki bu konuda da başarılı oldu, oradaki başka bir amcayı; "bak bu gençler Patra'ya gidecek, Yunanca falan bilmiyorlar, doğru otobüs geçerken durdur, bunları bindir" diye tembihledi.. Lakin tembihlediği amca sigarasına o kadar konsantre olmuştu ki otobüsü falan unuttu, ben son anda farkettim otobüsün önündeki Yunan harflerinin Patra demek olduğunu, can havliyle durdurduk..

Feribota 1.5 saat kala Patra'daydık..



(Bu bloga eklediğim fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.)
1. bölümün sonu...